şehrin yedi tepesi yedi ayrı ağlar,
27 aralık yirmi yedi ayrı ağlar
göbek bağım hepsinden ayrı ağlar
gam yanar, gözyaşı yanar; yürek farklı ağlar.

'010'un sorusu

bir şeyi çok isteyip de onun için hiç bir şey yapmamaya ne denir? (cevap hiçbiri ya da hepsi olamaz)


tembellikaptallıkdeliliksalaklıkşuursuzlukvurdumduymazlık
sorumsuzlukazimsizlikhırssızlıksakinlikderinlikuçarılık
kötümserlikacizlikkibirlilikkaramsarlıksinirlilikuyuzluk
sallamazlıkkötülükmanyaklıkhareketsizlikmanyaklıkdangalaklık
ilgisizlikçıldırmışlıkisteksizlikataletdengesizliköküzlük
mallıkkaramsarlıkkoyunlukadaletsizlikmotivasyonsuzlukcinlik
terbiyesizlikgüvensizlikbunaklıkakılsızlıkköleliktaakatsizlik

yangında ilk kurtarılacak

yangında ilk kurtarılacak.

bütün her şeyinizi ortaya koyun. sonra arasından ilklerinizi seçin.

ilk aşkınızı, ilk gözağrınızı, ilk sevdiğinizi, ilk gördüğünüzü, ilk duyduğunuzu...

ilk hayal kırıklığınızı, ki o sizi çok güçlendirdi; ilk nefretinizi, ki o sizi çok hırslandırdı; ilk intikamınızı ,ki o size bir şeyler yapabilecel gücünüz olduğunu gösterdi; ilk suçunuzu da alın...

çocuğunuzun ilk kez baba diyişini, ilk kez dünyaya bakışınızı, ilk kez günbatımını izleyişinizi, en çok sevdiğinizin ilk gülüşünü alın...

bunların hepsini bir yere koyun, dünyanın en korunaklı yerinin içine alın ve geriye kalan her şeyi yakın! evet, tek hamlede ve düşünmeden yakın.

sonra o dünyanın en korunaklı yerine gidin. ilklerinizle biraz vakit geçirip en önemli ilkinizi bulun. onu kendinizin en korunaklı yerine alın ve orada saklayın. sonra geri kalan her şeyi yakın...

yangında kurtardığınız "ilk"e sıkı sıkıya sarılın. öyle sarılın ki dünya ondan ayrılmayacağınıza kanaat getirsin.

o günlerde

biz o günlerde sevmeyi "sevmek" sanıyorduk
ve sevdiğin için kişiliği bırakmak gerektiğini bilmiyorduk

kitle iletişim araçlarında gördük
para etmeyen karpuzlar yolların kenarına dökülüyordu
bizim de sevgi sandığımız karpuzlarımız
çekirdeği ayıklanmamış hayallerimiz
hep aynı yolların kenarına dökülüyordu

bir şehrin rüyalarını paylaşıyorduk her birimiz
ve her birimizin rüyası aynı patlamayla bölünüyordu
burnumuzun dibinde,
yalnızca bir kaç boy farkı ilerde
adı meçhul işçiler çukurlara döküyordu demir artıklarını
bizim de rüyalarımız boyluyordu çukurun dibini
ve üzerine su dökülüyordu,
soğusun diye, unutulsun diye..

şehir griydi sadece,
ve bir kadından hoşlanmak için hoşlanmak yetiyordu sadece
sormuyordu kadınlar,
"bizi nereden duydunuz"
a) arkadaştan, b) reklamlardan

zaman her şeye ilaçtır lafına aldanıyoruz daha
zaman her şeye ilaç değildir aziz dostum
zaman sadece her şeyin üstünü kapatır

çokça zaman geçti sevginin ne olduğunu unutmamızdan
zaman,
sevginin üzerini kapattı sadece

heyhat büyüdüğüm şehir,
biz seni yaşamadık ki,
biz seni sevmedik ki,
bizimkisi bilyelerden dünyayı büyük gördüğünü sanmaktı sadece
ve senin camında tuttuk bilyeleri güneşe
belki biraz daha büyür de
daha çok aydınlatır diye

biz şehirden hiç çekmedik
biz şehri yaşayanlardan
biz seni soluyanlardan
biz o şehirde soluğumuzu kesip bizi ortada bırakanlardan çektik

biz o günlerde sevmeyi "sevmek" sanıyorduk
ve çocuk sayılmaktan utanmayarak
süte hala bisküvi banıyorduk.
Beyin harika bir organ; sabah kaktığınız anda çalışmaya başlıyor ve ofise gidinceye kadar da durmuyor!
Robert Frost
insanların sizden nefret etmelerini istiyorsanız, onlara size davrandıkları gibi davranın...

tabela değiştirme timi

Evet, bu bir tim ve ben bu timde beklenen üzere tek başımayım.
Aslında bunu kısmen ben seçtim ama bu timi genişletmem de olasılık dışı değil. Bunlara daha sonra değineceğim. Öncelikle her şeyin başlangıcından bahsetmek istiyorum. Hayır hayır, öyle bir sabah kalktım, bilmem ne marketine gittim ordan bilmem ne cafe’ye baktım ülkede türkçe isim kalmamış gibi bir şey değil. Hiç organize bir atak da değildi bu. Ben yalnızca parçaları birleştirdim o kadar.

Bundan tam 22 sene önceydi, tatil için Prag’a gitmiştim. Detayını pek hatırlayamıyorum ama bir gencin Sovyet rejimine ait bir tankı pembeye boyamasından, sonra da o pembe tankın yeni rejimin simgesi olmasından bahsetmişti rehberim. Böylesine vandal bir hareket nasıl olur da bir ülkeye yön verir anlamış ama bir o kadar da hayrete düşmüştüm. Ne garip, yaşananlar yıllarca geride kalmış olsa da, bana hissettiren şeyi detayıyla hatırlamasam da, o duyguyu bugünlerde ilk kez hissedermişçesine duyumsayabiliyorum. Dönüşümün ertesi hafta taksime gittim, devrim isteyen gençler standart eylemlerinden birini yapıyorlardı. Belli ki aklı başında bir güruh değişim istiyordu. Ardında gerçekten iyi bir sebep yoksa insanlar neden değişim istesinler ki? O aralar yine yıllardır bastıramadığım, su yüzüne çıkmasını engelleyemediğim o şeyi, her yerde gölge gibi zihnimi takip eden o duyguyu hissetmeye başladım, önüne geçilmez bir düzeltme dürtüsü. Dünyaya gelme misyonumun bir şeyleri değiştirmek olduğu yanılgısı, çok şeyi değiştirme gücüne kadir olduğum hissiyatı. Bunu üzerine bir hayli düşündüm ve düşündükçe daha çok inandım. Böylesine bir inançla donandıktan sonra misyonumu yerine getirmeye karar verdim. Birçok alternatif üzerine çalıştım. Öyle bir şey olmalıydı ki, sembolik olmalı ama takip edilmeli, hem değiştirmeli, hem de benim olmalıydı. Bir kaç ay sonra o 'şey'i buldum ve o şey beni kendine o denli bağladı ki hayatta tek yaptığım şey oldu... –sanırım- ben aman vermez bir tutkunun kurbanıyım.

Dünyayı değiştirmek kolay olmayacaktı, ama herkes evinin önünü süpürse tüm sokaklar tertemiz olacaktı (bu da puzzle'ın son parçası). İşte sırf bu yüzden kendi sokağımdan başladım. Her şeyi kusursuz bir plan dahilinde yapmalıydım, çok düzenli ve dikkat çekmeden ilerlemeliydim. Bir kaç yıllık planımı çıkardım, internetten haritaları, planları indirdim ve işe başladım. İlk "kurbanım"- ki ben daha çok  talihlim demeyi seçiyorum- hemen caddenin başından ilk sağa sapan pınar sokaktaki "pasha döner" oldu. Bir gece oraya gittim, kırmızı üstüne beyaz tabelada h harfinin üstünü kırmızı spreyle boyadım, beyaz spreyle de s harfine bir çengel attım. Sonra karşısından çaylaklık eserime baktım. İlk adımı atmıştım. Ertesi gün paşa dönerin sokağına girdim, gururla süzülecektim ki, bir anda başımdan aşağı kaynar sular döküldü: pasha yerindeydi. Pek bir akıllı dönerci eline aldığı bir bezle spreyleri silmiş, her şey halletmişti. Ben ilk günümde o kadar heyecanlanmıştım ki, planımın yüceliği üzerine kendimle öyle bir derin tartışmaya girmiştim ki, spreyin plastik üzerinden kolayca çıkacağı hiç aklıma gelmemişti.
Hemen soluğu Tahtakalede aldım. Boyacıların sokağına girdim ve bir hafta oradan hiç çıkmadım. O bir haftada neredeyse piyasadaki tüm boya türlerini, nasıl incelteceğini, hangi boyanın neyde tutup tutmayacağını öğrenmiştim. Bana oldukça pahalıya patlayan boya setlerimi 8. günde aldım. PVC için ayrı, etiket için ayrı, tahta için ayrı, tahta üzerine sürülen boya için ayrı, cam için, demir için, kepenk için... birçok boya aldım.

Genelde iş için geceleri çıkıyordum ve harekete geçeceğim sokak için en uygun saati belirlemem gerekiyordu. Gece saat 1.30dan önce ve sabah 6.30dan sonra bu işi yapamazsınız. İnsanlar genelde o saatlerde sokaklarda olurlar. 2.30 a kadar gece mesaisinden dönenler, bozacılar ve sarhoşlar sokaklardadır, yanılma payı ile birlikte 3.00 diyelim. Fırınlar, pastaneler ve börekçiler saat 5.30 da açılırlar, 4.30dan sonra da etrafta çalışanlarını, sabah uçağına yetişmeye gayret edenleri ve sabahlayanları görürsünüz. İşte arada kalan bir buçuk saat tüm sürenizdir. Sıradan sokağın tam anlamıyla uyuduğu, insanları nadiren gördüğünüz saatler. 2 mekan için eğer uygulamanız basitse 30 dakika yeter. Bu bir buçuk saatin hangi 30 dakikasını işgal edeceğinizi belirlemek için o sokağa 3 gece gitmeniz gerekir. Böylece aksiyon gününde kafanızda zamanla ilgili herhangi bir soru işareti olmadan işinizi yapabilirsiniz.

Bundan sonraki 3–4 talihlim de aynı caddenin farklı sokaklarındaydı. Tabi ben artık sprey yerine daha profesyonelce ekipmanlar kullanıyordum. Tarz yine aynıydı, boyama ekleme çıkarma. Hepsi de en geç bir hafta içerisinde tabelalarını değiştirdiler. Ben bu bir hafta zarfında yeni dükkanları listeme ekliyor, yavaş yavaş ikinci üçüncü caddeye geçiyordum. Eğer dayattığınız bir değişimin kalıcı olmasını istiyorsanız, yeniliği bir kez değil defalarca dayatmanız gereklidir. Ben bir yandan istikrarlı bir şekilde büyürken, diğer yandan ilk ziyaretlerime ikinci üçüncü kez gidiyordum. Her seferinde bir öncekiyle aynı değişiklik. Birçoğu üçüncüden sonra yeni tabelalarını kabul ettiler ve bir daha dokunmadılar. Bir kaçı, bir daha yapmamam için yeni haliyle tabela yaptırdılar. Böylece ben bir kaç ayda, onun üzerinde tabelayı kalıcı bir şekilde değiştirmiş oldum.

6 ay sonunda hatırı sayılır bir büyüme elde etmiş, işe de iyice ısınmıştım. Artık daha büyük işlere girişme vaktimin geldiğine karar verdim. Pasha'ya yaklaşık bir kilometre uzaklıkta lüks restoranların yer aldığı bir cadde vardır. Bir akşamüstü kahvemi içtikten sonra caddeyi keşfe çıktım. Gözüme ilk çarpan "moustique" adında bir fransız restoranı oldu. Standart keşif prosedürlerimden sonra bir gece buz gibi kesen soğukta restoranın önüne geldim. Bu seferki talihlim biraz zorluydu. Kahverengi ahşap bir fonun üzerine çakılmış 3 boyutlu harflerle yapılmış tabela için tabi ki farklı bir stratejim olmalıydı. Harfleri tek tek elektrikli el testeresi ile dibinden kestim, ahşap fonun üzerine beyaz bez gerip köşelerinden zımbalayıp spreyle "sivrisinek" yazdım. İlk büyük işim hayatta nadir heyecanlarımdan birini yaşatmıştı bana, öyle ki o geceyi uykusuz geçirdim. İki gün sonra yemeğimi tabi ki sivrisinek'te yiyecektim ki beklentim gayet hızlıca gerçekleşmişti. Para babası sahipler hemen ertesi gün eski tabeladan yeniden yaptırıp yerine asmışlardı. Yeni tabela asıldıktan sonra 3 gece mekanın çalışanları mekanın önünde nöbet tuttular, belli ki ünüm yayılmaya başlamıştı. Kulaktan kulağa yayılan efsanem, 3 gün boyunca askari ücret alan çalışanların soğukta beklemesine yol açmıştı. Ben kararlıydım ve bu tarz acıma-üzüntü veren şeyler kararlarımı etkilememeliydi. 8. gün tekrar mekana gidip tabelayı aynı metotla değiştirdim. İnsanlar bir şeyden rahatsız olduklarında onu 7 gün kontrol ederler. 8. gün rahatsınızdır. Bunun gibi birçok insan doğasına ait ruhsal- psikolojik bilgiyi bu yolda öğrendim. 8. gün beklediğiniz üzere aynı şekilde tabelayı değiştirdim, 9'da eski haline dönmüştü bile. İnsanlar bir şeyden ikinci kez rahatsız olduklarında bu sefer onu 14 gün kontrol ederler. 25. gün tekrar aksiyon alabilirdim. Bu kovalamacanın sonsuza dek süreceğini düşündüğümden, eski tabelalarıyla aynı renk, aynı karakter, aynı fon sivrisinek yazdırdım. Gece gidip moustique tabelasını söküp yerine taktım. 21 gün daha bekledim ve yerine gelen tabelayı 37 gün söküp bir kez daha orjinaline sadık sivrisinek astım. Eğer bir şeyi 21 gün yaparsanız alışkanlık haline gelir. Sanırım biraz bunun etkisiyle, biraz da sahiplerin düşmanına duydukları saygıdan, mekanın adı "sivrisinek" olarak kaldı. Ben de böylece listemin en alt satırına sivrisinek yazıp 65. kişisel zaferimi kutlamaya başladım.

65. zaferim benim için en özel olandı. Adım değil belki ama sanım medyada ilk kez o zaman çıkmaya başladı. Bir kaç hafta içinde gazetelerde "kim bu inatçılar" "(türkç)eleştiriyor" "anarşikler bunaltıyor" gibi manşetlerde gizli özne olarak yer almaya başladım. Çoğu makale överek ya da söverek başlıyor ama hep aynı soruyla bitiyordu: kim bunlar? Belli ki herkes bunları tek başına birinin yapabileceğine inanmamıştı ve bu inansızlığın sonuçları ile birlikte medyatiklik başıma büyük belalar açmaya başlamıştı.


İlk başladığımdan beri birçok kez fiziksel tehditle burun buruna geldim. Tehdit falan derken, bildiğiniz tekme tokat dayak yememiş olmam büyük başarıdır. Benden yaka silken mekan sahipleri önlemlerini gittikçe sertleştiriyorlardı. Kimi zaman mekanların önünde eli sopalı çalışanlar ve biber gazlı güvenlikler beni bekliyordu. Bugüne kadar eğer hiç bir kemiğim kırılmadıysa bunu tamamen gözlem prosedürlerime borçluyum. 65. tabelamdan sonra bunların değişeceğinin farkındaydım. Manşetler ve ilginç açıklamalar beni gittikçe daha yeraltı olmaya, daha tedbirli davranmaya itiyordu. Sırf beni düşüldükleri için insanlar sadece tabelalarına bakan kameralar almaya bile başladılar. Tabi ki o mekanlara asla yaklaşamazsınız.


Sürekli sürmanşetlerde olmamın doğal bir sonucu olarak bazı gençlerin merakları bu hadiseye bir hayli uyandı. Kendini de bu yolda sorumlu hisseden küçük gruplar farklı bölgelerde benzer eylemler yapmaya başladılar. Bu "suç"tan 4 ayda 45 kişi tutuklandı ve tekrarlamamak üzere serbest bırakıldı. Ben de bu boşluktan faydalandım ve o dönem eylemlerime ara verdim. Her yakalanan gerçek tabelacı benim diyordu, herkes rahat bir nefes alıyor, fakat ertesi hafta yeni biri türüyordu. 45. kişiden sonra olayların ardı arkası kesildi ve ben bu dönemi yalnızca yeni hazırlıklar yapmakla geçirdim. İnsanlar tehditlerin geçtiğini düşündüklerinde gerçekten tehdit olup olmadığına bakmazlar, düşüncelerine takılı kalır ve haddinden fazla rahatlarlar. Mekan sahipleri iyice kendilerini saldıklarında ben de tekrar eylemlerime başladım.


 Eylemsiz geçen birkaç ay benim için çok faydalı olmuştu, beklenen üzere o dönemimi tahtakalede, sirkecide, Eminönünde geçirdim ve tekniğimi geliştirecek malzemeler aradım. Artık yeni eylemler için hazırdım ve bir gökdelenin tabelasını değiştirecek donanıma sahiptim. Dahası zamanla kendi icatlarımla tekniğimin üstüne teknik kattım. Hala bu teknikleri kullandığım için fazla açıklamak istemiyorum.


İyice tutku haline dönüşmüş, macun kıvamındaki bu hayat tarzının yüzünden iyice hayattan soyutlandım. Gündüzlerimi evde düşünerek geceleri de ya keşifte ya da aksiyonda geçiriyordum. Nihayet 5 yılın sonunda yüzlerce talihli benim dayatmalarımı halihazırda kabul etmişti. Bu 5 yıl, birçok kişisel başarı, medyatik bir gizlilik ve yüzümü görmeyen birçok hayran kazandırdı. Götürdükleri de bir o kadar büyük ve ihtişamlı oldu. İlk eylemimden sonra satıcılar dışında kimseyle konuşmadım. Zaten psikolojimi kaplamış olan yalnızlık yerini iyiden iyiye ıssızlığa bırakmıştı. Arkadaşlarımla, kapıcı da dahil etrafımdakilerle, konuşmaz olmuştum. Sabahları bıraktığı gazetelere dokunmuyor, siparişlerimi yazıp kapı önündeki sepetten alıyor, parasını da oraya bırakıyordum. Çöplerimi dahi sabaha karşı bırakıyordum ki hiç yüz yüze gelmeyelim. O kadar çok önemli işlerim vardı ki, ne boş muhabbet edecek, ne de gazete okuyacak vaktim yoktu.

 İlk zamanlar timi genişletmeyi bir hayli düşündüm, ama hiç fiiliyata geçiremedim. Aslına bakarsanız bu fikri hiç kimseye söylemedim de.  Ne zaman bu düşünce aklıma gelse, yanında olası cümleleri de getiriyordu, “aman nasıl olacak ki, yakalarlar, yaşatmazlar” lafları, “boşa vakit kaybı, hayatıma yön vermem lazım böyle şeylerle uğraşamam”lar, “ben karnımı doyuramıyorum, miras fazla geliyorsa saçacağına ver de karnımız doysun”, ve de o anlamsız, boş, klişe alıntılar: “Nietzsche der ki: uçurumları sevenin kanatları olmalı”. İnsanın bir şeye inanma isteği varsa onu ilk frenleyenler atalarıdır, aforizmalardır, atasözleridir ki zaten risk alarak da yaşayan hiçbir atayı bilmiyorum. Bunu yapma da o olur da, bu da şu da. Kendi düşüncelerimin sınırlamasıyla, kendi yolumda kendimle birlikte devam ettim.
 

 Kendi kendime hiç de fena yoldaşlık etmiyorum derken; 5 yılın sonunda, artık yüzlü rakamları bir hayli aşmışken timi genişletmek fikri yeninden aklıma düştü. Artık öylesine yalnızlaşmıştım ki değil teklif edecek, konuşacak insan bile kalmamıştı hayatımda.


 Ben hala bunları düşünürken işler iyice rutine bindi. Başka bir projeye başlamayı bile düşündüm zaman zaman ama hiçbir zaman asıl misyonumun yerini doldurabileceğine kendimi ikna edemediğimden hızlıca bu fikirden de uzaklaştım.


Bugün 21. yılımı kutluyorum ve bin bilmem kaçıncı –artık saymayı da bıraktım- kez zafer havasındayım. Ben, peynir ve domates.


Bunca üne, şana ve para kazanma fırsatına rağmen yüzümü göstermeyi hiç düşünmedim. beni saran amansız yalnızlığı sevmeye başladım sanırım. Artık medyada da eskisi kadar yer almıyorum. Zaten işim de gittikçe zorlaşmaya başladı. Artık insanlar tabelalar yabancı yapmıyorlar. Biliyorlar ki manyağın biri onları birer birer, hiç yılmadan değiştirecek ve ilk canı sıkılan hiçbir zaman o manyak olmayacak. Manyaklar zaten sıkılmadıkları için manyak değil midir? Ortada hiç göz ardı edilmeyecek bir gerçek var, yabancı tabela oranları neredeyse yok sayılacak rakamlara düştü ve bu da demek oluyor ki iş imkanlarım gittikçe azalıyor. Ne kadar denesem de, ben –kendime göre hiçkimse, gazetelere göre tabelacı-  eylemleri bırakamıyorum; ben onları bıraksam da onlar beni bırakmayacaklar biliyorum. Bu biraz da işime geliyor, çünkü başka bir iş bilmem, elimden gelen de bir tek budur. İnsanlar bir şeyi 21 yıl yaptıklarında artık o tutku olmaktan çıkıyor, artık o şeyin tutkusu insanın ta kendisi oluyor.


Hikayem en basit şekilde bu şekilde anlatılabilirdi sanırım. Sorular için dönebileceğiniz bir telefon numarası ya da mail adresi ne yazık ki yok.


Şimdi gidip 35 sokak gezmeliyim. 35 sokakta bir tabela bulursam kendimi şanslı hissedeceğim.


Son olarak şunu belirtmek isterim ki, bu mektup bir başarı öyküsünü anlatma veya kendini övme eseri değildir. Bir yalnızın yardım çağrısıdır. Bir şekilde eline ulaşıp da bu yazıyı okuyabilenlerden tek bir ricam var: eğer hiçbir şey yapamamanın verdiği sıkıntıdan, ve beraberindeki yalnızlıktan ölmemi istemezseniz, lütfen birkaç tane yabancı tabela yaptırınız. Tabi bunun için öncelikle bu yazıyı gönderdiğim 23 gazeteden birinin yayınlaması gerekli…


değişimle kalınız
tabelacı




yarın geliyor

2 gündür bir öykü üzerine çalışıyorum ve sanırım yarın, 3. gününde yayınlayabileceğim..

bekleyin :)

30-40 basamak

az önce metrobüsten gelen 30-40 basamağı nasıl indim bilmiyorum, alışkanlığın ortasında kaybolmuş gibi.

hava yeni kararmış, ben insanların karanlığını yararak gidiyorum. insanlar hep karanlık mıydı, yoksa başka şeylerin gölgesi yüzlerine mi düşüyor?

ağır ağır yürüyorum, üzerimde her iş çıkışı gibi siyah bir palto var. bu palto, işte bu palto, sahip olduklarımın üstüne bir kaç kilo daha ağırlık katıyor. hiç olmadığım biri gibi davrandırıyor bana, o paltonun siyahında, henüz damıtılmamış, ilik ilik işlenmiş iş sıkıntılarım var..

yürüyüşüm biraz hızlanıyor, eldivenlerimi bileklerime doğru çekiştiriyorum. bu eldivenlersahip olamadıklarımın üzerine bir kaç kilo ağırlık aktıyor. hep olduğum gibi davrandırıyor bana; o eldivenin bileğimi kapatışında, parmaklarımı açıkta bırakışında sahip olamadıklarım var.

yer beni yavaş yavaş kendine çekiyor ayakkabılarımdan. belki 45 numara büyüktür ama her şeyi alacak kadar değil. içlerinde sahip olduğum tüm gereksiz şeyler var. beni olduğum yere daha sağlam, daha hareketsiz ve daha nedensiz mıhlıyorlar.

tüm bunları düşünmem sadece 10 saniyemi alıyor.

karşıya geçiyorum, mecidiyeköyün hiç aydınlatılamayan karanlığına, viyadüğün altına geliyorum. bir ses geliyor, yere bir şey düşürmüş olmalıyım. 10 kuruş yerde yuvarlanıyor, bi yüzü ışıktan sararmış tam önümde duruyor. almak için eğiliyorum, sağ dizimi yere koyup elimi hafifçe uzatıyorum. paraya dokunup, doğrulmaya niyetlenirken içimdeki ses konuşuyor, " kal" diyor. başımı hafifçe öne eğiyorum, sağ dizim hala yerde. bir  frederic chopin melodisi çalmaya başlıyor, gittikçe yükseliyor, trafiğin sesini gittikçe bastırıyor. trafik sesi iyiden iyiye bir vızıltıya dönüşüyor ve birden kesiliyor. "kalk" diyor içimdeki yine chopin eşliğinde. kalkıyorum. içten gelen bir dalga omuzlarımdan kollarıma doğru yayılıyor. aniden kendi eksenimde dönmeye başlıyorum. evrenin sonsuzluğunda ben sağdan sola halkalar çiziyorum.. ben dünyanın üzerinde, dünya güneşin çevresinde, güneş kim bilir nelerin çevresinde dönüyor. bir tek üçümüz varmış gibi sanki... 
gittikçe hızlanıyorum, döndükçe daha çok dönüyorum. önce montum fırlıyor sırtımdan, "işsel sıkıntılarım" diyorum,  etrafa saçtığım hava dalgasını yararak ilerliyor. sonra yükseldiğimi hissediyorum, ayaklarım yerde ama sanki bedenim yükseliyor. anlamaya başlıyorum, benliğim bedenimden ayrılıyor, kabımdan taşıyorum. benlik gittikçe yükseliyor, dizlerim kafamın hizasında. benlik başını eğiyor, bedenimi görüyor, ellerimden eldivenlerim fırlıyor her biri ayrı tarafa savruluyor. benlik, maddiden kopuyor. bedene mıhlanmış ayakkabılar erimeye başlıyor, siyah bir sıvı halinde yerin dibine doğru batıyor... benlik hala yükseliyor, sanki nefesmiş de kimse almıyormuş gibi duruyor.. nefes geçince aklımdan anlıyorum, ben nefesim, nefes benliğim diyorum, bedenin ben olmadığımı anlıyorum. 

benliğimin daha da yükselmesini bekliyorum, az sonra çok yukarıda olacağım diy... canım acıyor, kafam acıyor, başardım kafamı kırdım, daha doğrusu benliğimin kafasını kırdım, bedeniminki sağlam ama benliğimi kırdım... yükselince viyadüğün içinden geçer sanmıştım, geçmezmiş.. afallıyorum. ovalıyorum, benliğimin kafasında acıdan başa bir düşünce yok, sadece ovalıyorum, canım öylesine yanıyor ki.. ne bedenim, ne benliğim, ne burası, ne orası, hiç bir şey umrumda değil sadece canım yanıyor.
benliğin sınırı olmaz sanmıştım olurmuş, bir taş yığını, saçmasapan yerleştirilmiş çirkin vir viyadük beni durduruyor... küfrediyorum, çok küfrediyorum.. "ben sıçarım böyle işin içine" diyorun, benliğim bedenime yavaş yavaş geri dönüyor ve işte evet yine dönüyorum; bedenim ağrıyor. bedenim, ne çok yormuşsun kendini... derman kalmıyor vücudumda, bacaklarım ne bedenimin, ne de az önce yaşadıklarımın ağırlığını taşıyamıyor. yere düşüyorum. sırtım yerde, gözlerim karşıda; karşıda yalnızca viyadüğün altı. nefes alış verişim çok hızlı, ciğerlerim delinecek gibi hissediyorum.

gene geleceğim viyadük, yine geleceğim.. ben benliğimi daha da özgürleştirip geleceğim, seni de, senin gibileri de, dünyayı da yenmek için geleceğim...

ayaklarım üşüyor, ayakkabılarım nerede?

nedense bir dream theater isteğidir gidiyor bende bu aralar.. buradan şarkı sözü paylaşmak pek adetim değildir, video asla paylaşmam ama bunu yazasım var çok..

Watch me
Fading
I'm losing
All my instincts
Falling into darkness

Tear down these walls for me
Stop me from going under
You are the only one who knows
I'm holding back

It's not too late for me
To keep from sinking further
I'm trying to find my way out
Tear down these walls for me now


(DT- These Walls'tan..)

"bunu unutma ama, hatırla ama..."

bilenler bilirler, geçen hafta taşındım.

dün son kez gittim evime, benim canım, güzel evime. son dediysem aslında bir kaç kez daha gideceğim, ama içinde eşyalarım varken son kez gittim..

kocaman evden daha küçük bir yere geçince, haliyle sakladığım bir çok şeyi çöpe atmak durumunda kaldım. o çöpler işte evin içindeydi, dün gittik, bir güzel hepsini çöp torbaları ve kutulara doldurup evin karşısındaki çöp yığınına bıraktık.

aradan bir 10 dakika ya geçti ya geçmedi. karton toplayan bir genç, yanında annesi ve -sanırım- kız kardeşiyle geldi ve hepsini yağmalamaya başladılar.

"bunu unutma ama, hatırla ama..."

odamın penceresinden izledim tüm olanları. birer birer ayıklanmaya başladı her şey. işe yarayanlar ve yarayacak olanlar yavaş yavaş ayrıştırıldı. alt katımızda kahvehane vardır bizim. oranın önünde duran akbabalar da izlemeye başladılar. onların içinde giyimi düzgün, ceketli biri yaklaştı yığınağa. aradan iki tane ajanda aldı, incelemeye başladı yavaştan. o kırmızı kaplı ajanda..yazdıklarımı bir yere yazayım diyip de, her seferinde olduğu gibi bir kaç yazı karaladığım ajanda. atmadan önce bakmıştım, bir kaç sayfa alıp göndermiştim çöpe. o ajanda artık bir başkasının ve içine ne yazar, ne eder hiç bir fikrim yok...
yığınağın içinden bir ütü çıktı. seneler önce bozulan ütümüz. neden sakladığımı hiç bilmiyorum bile. bir anda aldı yere vurdu ütüyü, yere vurmasıyla birlikte, ütüyle beraber çok şeyi kırdı. içimin acıması bir yanda, o ütüyü bizim ütümüz yapan her şey, o ütüyle ütülenen tüm kıyafetler, o ütüyü tutan tüm eller, o ütüyü belki bir gün işe yarar diye saklamamız, hiç bir zaman kullanılmayacağını bilsek de bir şekilde yer kaplamasına izin vermemiz... hepsi yer ile yeksan oldu bir anda..

"bunu unutma ama, hatırla ama..."

ceketli adam bir daha yaklaştı. bir şeyler almak istedi belli ki. kadın durdurdu onu, buraya atılan her şey bizim olur dedi.. abim içersen sana bir şarap vereyim dedi. bir kaç sene önce avşadan alınan şarap çıktı meydana, çoktan soteye ayrılmış. adam şarabı aldı, arkadaşlarının yanına gitti. konuşmadan sonra geri verdi. belli ki içine tereddüt düşmüştü. ablam dedi, "al abi be iç işte sorgulama" dedi. adam şarabı aldı, ceketinin içine koydu.
o şarap, bayat olduğu için içilmemişti.. umarım içmez biri.

"bunu unutma ama, hatırla ama..."

kartoncu çocuk, çikolata ya da sakız bulmuş olacak ki, yığının üstünden bir şey alıp ağzına attı.

bir adam yaklaştı, üstte duran yastıkları istedi. o yastıklar, oturma odamda televizyonun karşısında sırtımı dayadıklarım. bir insana sırtını dayamak zor ama bir yastığa dayamak ne kadar kolay.. işte o sırtımı dayadıklarım gitti bir anda... her sırtımı dayadığımız, hiç tanımadıklarımıza gidecek mi bir ara...

"bunu unutma ama, hatırla ama..."

sadece 30 dakika, bilmem kaç yılımın yağmalanması sadece bir yarım saat. taşıdıklarım, yanımda götürdüklerim  bundan sonra da hep yanımda. ya attıklarım, ya atsam mı, kalsa mı diye tereddüt ettiklerim? zor ayrıldıklarım, ayrılmak zorunda kaldıklarım? sadece 30 dakika..

"bunu unutma ama, hatırla ama..."
fazlaca karışık hayat blogun biraz dışına itti beni bu aralar,

can hemen arayı kapatmak ister...
dün dünyanın en güzel kumrusu geldi pencereme,
"merhaba" dedi,
gitti...
"teknoloji felsefenin köpeği olsun" ne demek?

biri açıklayabilir mi? neden olsun? nasıl olsun?

bir şakıda geçiyor, aliye mutlu- kıskançlık (jalousie).mp3

ağıt dediğin budur- yürek parçalanır...

Göz gamın ne olduğunu bilseydi,
gökyüzü bu ayrılığı çekseydi,
padişah bu acıyı duysaydı;
göz gece demez gündüz demez ağlardı,
gökler yıldızlara, güneşle, ayla
gece demez gündüz demez ağlardı.
padişah bakardı ününe,
tacına, tahtına, tolgasına, kemerine,
gece demez gündüz demez ağlardı.

Gül bahçesi güzün geleceğini duysaydı,
uçan kuş avlanacağını bilseydi,
gerdek gecesi bu özlemi görseydi;
gül bahçesi hem güle hem dala ağlardı,
uçan kuş uçmaktan vazgeçer ağlardı,
gerdek gecesi öpüşmeye, sarılmaya ağlardı.

Zaloğlu bu zülmü görseydi,
ecel bu çığlığı duysaydı,
cellâdın yüreği olsaydı;
Zaloğlu savaşa, yiğitliğe ağlardı,
ecel bakardı kendine ağlardı,
cellât, yüreği taş olsa, ağlardı.


Kumru, başına geleceği duysaydı,
tabut, içine gireni bilseydi,
hayvanlarda bir parça akıl olsaydı;
kumru selviden ayrılır ağlardı,
tabut omuzda giderken ağlardı
öküzler, beygirler, kediler ağlardı.

Ölüm acılarını gördü tatlı can,
koyuldu işte böyle ağlamaya.
Olanlar oldu, gitti dostum benim.
şu dünya bir altüst olsa, aülasa yeri var.
öylesine topraklar altında kalmışım.

Mevlana
az önce metrobüsten gelen 30-40 basamağı nasıl indim bilmiyorum, alışkanlığın ortasında kaybolmuş gibi.

hava yeni kararmış, ben insanların karanlığını yararak gidiyorum. şehir hep dumanlı mıydı yoksa bu dumanlar insanların kötülüğünden mi yükseliyor?

 bir çiçekçinin önünden geçerken gençten bir delikanlı yaklaşıyor,
"çiçekler kaç para" diyor.
yanlış soruyu sordun diyorum, çiçeği alman gerektiği için alıyorsun. sevdiceğin için alsaydın, birini beğenir onun ne kadar olduğunu sorardın, sen fark etmezden ucuz yollu çiçek almak için alıyorsun. üzgünüm diyorum, ilişkin en fazla bir kaç ay daha sürecek.

her zamanki gibi yürüyorum, dik ama başım hafif öne eğik, kaşlarımın altından bakarak. kulağımda şarkı.. "derinlere bir ömür kur.."

 yanımdan bir çift geçiyor,
"ben artık bunlardan çok sıkıldım ama" diyor kız,
muhtemelen erkek kızı anlamıyor, kız onun anlamadığını düşünüyor. belki gerçekten anlamıyordur, ya da sadece alışkanlıklarının kontrolündedir oğlan, o yüzden anlamıyor gibi duruyordur.
bu lafı duydun mu her şey birmiştir diyorum, en fazla bir yılınız var. daha fazla sürmez bu ilişki. yanlarına yaklaşsam, bu bakışla en fazla bir sene sürer, birbirinizin kıymetini bilin desem diye düşünüyorum, muhtemelen bana manyak derler, en fazla bir yıl sonra ayrılırlar. olan bana olur diyor uzaklaşıyorum..

her adımımda biraz daha ağırlaşıyorum.

karşıya geçmem lazım, yayalara kırmızı yanıyor. arabaların arasından geçerken bir çığlıkla aniden duruyorum, önümden ayakkabımın burununu sıyararak bir scooter geçiyor. durmamın sebebi scooter değil, bir saniye önce önünden geçtiği kadının bağırmasıymış..
"ne yapıyo bu ya, salak gerizekealı" diyor.
üzerinde uzun bir palto, dizine kadar çizmesi, yüzünde 2 santim makyajı var...
üzgünüm, hiç bir zaman aradığın gibi birini bulamayacaksın, bulduğunu sanıp üzüleceksin, çünkü o aradığını bulmamış olacak diyorum...

yoldaki insanlarla yarışıyorum, birinin sağından geçiyorum birinin solundan..

kaldırımdan daha önce akıp giden su izleri biri sanki ihtiyacını gidermiş izlenimi uyandırıyor. daha bu düşünce bitmeden evime ulaşıyorum, bir gün daha bitti demek istiyorum, önce alt kilidi açıyorum sonra üst. montumu fırlatıp sistemin play tuşuna basıyorum. yılmaz erdoğan mevlanadan okuyor,

" Kardeşim sen düşünceden ibaretsin,
 geriye kalan et ve kemiksin,
 gül düşünür gülistan olursun,
 diken düşünür dikenlik olursun"

yaşasın yemek yemek!

yaşasın yemek yemek dedik ve biz de her türlü yemeği yedik..

maddeler halinde verelim;

* alman mutfağından neredeyse hiç bir şey yemedim.. münihte bir gün hard rock cafe'de bir gün de fransız restoranında yedik (carmaleon). carmaleon harika bir restorandı, özellikle bir crem brulee yapıyorlar, mükemmel...

* slovak mutfağı çok lezzetli değil, yerel yemek pek yok, snitzel ve ördeğe yerel yemek dediler. şinitsel avusturya bilirdik ya aynen öyle, fakat bu kültürler sürekli iç içe yaşadığından hepsinde hepsi var, gayet güzeldi şinitsel... bir de kaz ciğeri, akciğeri.. güzeldi o da değişik bir tat, fena değil. yemek öncesince iştah açıcı bir içki, tek shot, tekila tadına yakın...

* çek mutfağında geyik eti yedik. bir hayli lezzetli. peşine de domuz etinden bir biftek türü. bak o berbattı. domuz etinin tadını ve kokusunu sevmediğim için tercih etmiyorum, güzel yapılırsa yiyebilirim.. bu baya kötüydü, yarım porsiyon bile yemedim.

* macar mutfağı türk mutfağına çok yakın. bayramın 4. günü goulash soup içip budapeşte usulü beef yedik. goulash soup denen şey, patatesli et yemeği, diğeri de bildiğin kavurma. bayramın 4. günü kavurma yemiş olduk... ayrıca arkadaşımın annesi bize macar usulu tavuk yaptı, sosları falan bizimkilere çok benzer, gayet lezzetli ve evde gibi hissettiriyor. macaristanda bir de güzel restorana gittik. orada da kaz akciğeri yedik ve baya lezzetliydi, onun dışında, carpaccio güzeldi (italyan pastırması, çiğ çiğ), karides salatası idare eder. üstüne de ana yemek olarak gölde yetişen bir balık, ki balık cennetindeyiz biz, değerini bilmek lazımmış :) gerçi onu denemek için yedik, pragta balık yiyelim dediğimiz zaman bize direk, istanbuldan geliyorsunuz burda balık ne alaka dediler.. hepsinin üstüne de sindirici olarak palinka.. of ne yakıyor içerken.

gittiğim her yerde çorbalar hemen hemen aynıydı. bir kaç sebze al, yanına az tavuk/sığır eti koy, suda pişir. salçasız sebze çorbası yani.. yoklukta yeniyor.

bunların dışında KFC en büyük dostumdu, tasarruf için birebir. bir menuyu 4-5 euroya alabilir, karnınızı doyurabilrsiniz. hatta pragta KFC'den kola aldığında sınırsız. bardağı veriyor, git gel kola makinasından doldur diyor, oh mis... fast food zincileri dışında herhangi bir adam gibi yemek kişi başı 20-30 euroya patlar.

kahve benim için vazgeçilmez.pragta köşebaşı starbucks var, slovakayada hiç yok. daha girmemişler heralde. budapeştede 1 tane varmış 2 sene içinde her yere yayılırlar...  slovakyada yerel bi kahvecide kahve içtik, latte mükemmeldi, bayıldım, takdir ettim. aynı şekilde budapeştede de bir kahvecide kahve içtim o da geyet lezzetliydi. prag ve budapeştede direkt dükkan olarak olmasa da bazı cafelerde lavazza var.

bratislava'da 1 tane Mekdanılds gördüm, hiç bürger king görmedim... zevkli. ikisini de sevmiyorum ama meki daha çok sevmiyorum.

hard rock cafe her yerde mükemmel. jombo combo yedik. şu sağdaki muheteşem şey işte. biranın yanında o kadar güzel gidiyor ki anlatamam.  lakin bu orjinalde domuzlu bir şey. almanya hard rocktaki hatun baktı, siz domuz yemiyorsunuz di mi domuzsuz hazırlayalım mı dedi? biz daha türküz falan dememiştik. domuz yemediğimizi nerden anlıyorsun dedik, ben senelerdir burda çalışıyorum dedi. yuh ülen dedim, moralim bozuldu. o kadar mı dedim yahu! ama lezzeti beni gayet mutlu etti, ufaktan oradan ayrıldım. aslına bakarsan macaristanda bana siz macar değil misiniz diye sorana dek bu şey kafamda durdu.. :) pragta da hard rock'a gittik, aynı standart aynı lezzet. adamlar boşuna tüm dünyada meşhur değiller. üstelik o gün bir de konser varmış sonuna yetiştik. çek miro zbirka.. sahneden inmeden let it be'yi söledi, ve hakkını vermek lazım, hard rockı dolduran izleyiciler eşliğinde güzel söyledi.

ha bir de tabi biralar. almanyada genelde insanlar bira evlerine gidip hayvan gibi bir domuz etiyle beraber bira tüketiyorlar. bira her yerde. sudan ucuz diyorlar ya doğru. suya 2,20 euro falan ödemek baya uyuz bir şey. su da su olsa...

 bir sürü bira denedim, çoğunu beğenmedim.. pragta nerde bir içilir dedik, adam şöyle bi baktı, her yerde dedi. bira bizim ulusal içeceğimiz.. aman dedim, kutsal topraklar... o kadar biranın içinde sadece 2 tanesini beğendim. biri macar soproni, diğeri de belçikalı stella artois. baya bildiğin her yerde bize çek birası pilsner urquell dayadılar ama ben çok sevmedim. pragta bir irish pub'a gittik. diyalog ilginç,

arkadaşım: do you have special czech beers?
barmen: we have czech beer but nothing special...

herif ingiliz sanırım, bu kadar mı aşağılanır... velvet die bi bira içtik, rezaletti hakikaten... mariachiyi hiç sevmem, neredeyse onun kadar kötü, hatta sanırım daha kötü... bunların dışında yerel biralar, alman HB vs vs.. bi de almanyada içtiğimiz buğday birası 3. olarak belki ön plana çıkabilir...

memleket yemekleri çok şahane, değerini bilmeli! 2-3 gündür sürekli dürüm falan yiyorum özlemişim...daha efes içmedim, ama onu da özledim. hafta sonu gelse de içsek...


-aklıma gelen olursa buraya not düşeceğim...

güç

orta avrupa güzel, ama sıkıcı yanları da çok..

bir kere siz oraya gittiğinizde kendiniz değilsiniz, siz daha önce oraları ziyaret edenlerin sonrakilerisiniz. yani sizin hakkınızda önyargı mıdır, önbilgi midir nedir,işte o şey mevcuttur. sizin pasaportunuza eş pasaportlarla gidenler sizi bir miktar tanıtmıştır onlara...

müthiş bir türk imajı var, anlatamam.. çoğu zaman utandım diyebilirim.

bir kere almanya hakkında anlatılan çoğu şey doğru, münihte yanınızdan geçen 3 kişiden birinin türk olduğundan emin olabilirsiniz. almanlar da sizin türk olduğunuzu anlıyor, ona göre davranıyorlar ki bu gayet sıkıcı bir şey. kesvetli, soğuk ve uyuz alman şehrinde bir de insanların soğukluğu eklenince gayet berbat bir görüntü oluşuyor.

bratislava çok küçük bir yer. 1 saatte neredeyse tüm şehri gezebiliyorsunuz. biz 1 saatlik city sightseeing tur aldık, tur boyunca sürekli olarak aynı şeyi söylüyorlar, "burada hastane vardı, türkler yıktı ama biz yeniden yaptık, burada bilmem ne vardı türkler yıktı...". üstelik ottomans da demiyor, direkt turks diyor. sıkıcı. onlar türkler yıktı dedikçe ben koltuğuma gömüldüm, utandım resmen.. barbar kalmış adımız bir kere.

pragta bayram olduğundan mıdır nedir bilmem ama zaten her yer türk. yolda ahmet çakarı gördük, etrafta sürekli abi şuraya gidelim diyenler mi, aa bak abi ayak masajı varmış yaptıralım mı diyenler.. ama her yer. bir ara "filiz sevişelimmi" diye bağırasım geldi, bakacaktım kimler gülüyor... praga osmanlılar hiç gitmemiş, o yüzden binaların çoğu sapasağlam duruyor.

budapeştede çok az türk vardı. belki de o yüzden çok sevdim. oraya osmanlılar daha önce gitmiş ama çok yıkmamışlar, yıkmışlar ama çok değil. üstüne üstlük bir kaç hamam da miras bırakmışlar.

tarihi gelişimden midir, geçtiğimiz yıllarda türklerin gidişinden midir bilmem ama gittiğim her yerde türklere karşı bir olumsuz bakış olduğu aşikar. yani ne kadar apaçi varsa sanki daha önceden oralara gitmiş.. tanıtım on numara. bir arkadaşımla budapeştede dışarı çıkıyoruz, bir kaç arkadaşım gelecek dedi, tamam dedim, türk olduğunu söyleme, korkarlar dedi, yuh dedim!

madem türksün, git ben türküm de, ürküyorlar zaten.. yazık.
bir şey demedim ki, "hatalarla aran iyidir" dedim...

hepimizin öyle değil midir?  hepimizin hatalarla arası iyi değil midir? hepimiz hatlarla aşina değil miyiz?

doğrusu biraz da budur, hata olmadan, amacımıza, yapmak istediklerimize ulaşmamız mümkün mü.. değil sanırım. bu konuşmalar beni hep "çok bilmiş- kişisel gelişim uzmanı-içi boş yaşlı kadınlar" gibi gösteriyor ama napiyim.. gereksiz gaz vermek değil niyetim..

hatalarla aramızın iyi olması başarısız olmamız demek değil ki. bilhassa eğer doğrulara giden yol hatalardan geçiyorsa, hata yapmamız başarılı olduğumuz anlamına gelmez mi..

hata yapmaktan korkmamalı insan, yemişim "hatalarından ders alma" kalıplarını klişelerini falan.. denemek lazım, denemek hata yapmayı doğuruyorsa onalrı kabul etmek lazım, hayat dediğin deneme yanılmadan ibaret, ve hatta biraz da kendi denemelerinin yanısıra başkalarının denemelerini öğrenmekten. o zaman denemelerden hata gelecekse, bu da bizi doğruya götürecekse...

daha fazla konuşmak istemedim, hata yapmayan bir başarısız olacağına, hatayla başarıyı yakalayan biri ol..deniz ol, balık ol..hatalarla aran iyi olsun...

clubs sux!

nereye giderseniz gidin, nerde takılırsanız takılın hiç fark etmez, kesinlikle clubs sux!

avrupada da bir çok cluba girdi, yok burası şöle güzeli yok şura buranın reinası, yok bura underground, falan da filan.. üfff.
zaten hiç bir zaman club ortamlarını seven, can atan biri olmadım. pek tarzım değil.. grupça bir eğlence varsa dans ederim geyiğine iki hareket yapar sallanırım falan ama iki kişi gidip bir clubta takılmak hiç bana göre değil. herhangi bir clubta, köşede veya barda ağır ağır içkisini yudumlayıp, pisttekilerle bakışlarıyla dalga geçen, halinden sıkılmışça izleyen biri görüyorsanız, yüksek ihtimalle o benim...

bi kere apaçi kavramı her yerde, bunu kesinlikle söylebilirim. ortada apaçi dansı ya da türevlerini yapan bir sürü nedensiz kişilik bulabilirsiniz. hatta bunlar zaman zaman giderler, sağdaki soldaki hatunlara sarılırlar falan.. her ülkenin kendine has apaçileri olduğunu düşünüyorum artık, sadece arkada çalan müzik değişiyor. az da olsa olası belki ama ben inanıyorum, onların hiç biri türk değildi, emin değilim ama olmak istiyorum...

saat 2 civarı belki ama sanki şehrin tüm apaçileri bütün gün hazırlanıp mekanlara dolmuş gibiler.

senaryo çoğu zaman aynı, pist önce boştur, sonra birileri gelir ortada sallanır, sonra kalabalıklaşmaya başlar. genelde o akıncı beyleri kendini göstermek isteyen, çok iyi dans ettiğini düşünen tiplerdir. ne yazık ki genelde durum bundan çok uzak... iyi dans edenler daha bir cool oluyor ve kendini hunharca ortalığa bırakmıyorlar, işte o ilk sallananlar genelde kaçmanız gerekenlerdir.. ama ne yalan söyleyeyim, mekanı hareketlendireneler onlar...

sonra yine kalabalık, yine herkes her yerde, içler acısı durumlar. bilmiyorum belki ben de durumu fazla trajik bir duruma sokuyor olabilirim fakat benim gördüklerim bunlar.

ben kenarda iyiyim. zaten genelde bir an önce oralardan çıkmak istiyorum ama beraber gittiklerimin hatırına kalıyorum işte. sonrası marmaris, bodrum ora bura...

yok ben yine de en çoki hard rock cafelerde geçirdiğim zamanlarda eğlendim. forza hard rock! adamlar acayip bir boşluğu doldurmuş da bu kadar meşhur olmuşlar, helal olsun! heyhat!

orta avrupa!

bir orta avrupa turunun (daha diyemeyeceğim) sonuna geldik..

evet evet, tam olarak da izlediğimiz rota buydu. bilinen üzere iki erkek olarak gittiğimizden, sevgilice gidilecek yerlere (paris, viyana vs..) gitmedik. bu da karşımıza orta avrupa turu çıkardı. biz de dedik, münihten çıkmışken bir prag, bir de budapeşte yapalım. arada bratislava'yı çok övenler oldu, ama dediler ki cumartesi gitmezseniz bratislavada hiç bir şey yok. biz de bunun üzerine bratislavayı dahil ettik ve bu acayip rota karşımıza çıktı. bratislava bu kelebeği yapmaya değer miydi? hala emin değilim...

bundan sonraki bir kaç yazımı orta avrupa izlenimlerim üzerine yazacağım. ilginç olaylar ve değişik gözlemler oldu, bunları şöyle bir çırpıda anlatayım diyorum... 10 günün ilk 2 günü iş, geri kalanı gezmeceydi, hiç de fena olmadı ha?

bayramda memleketten uzak kalmak zormuş. (gerçi bu ilk değil, bir kaç sene önce kurban bayramını tayvanda geçirmiştim. gerçi o %100 iş seyahatiydi. ) insan yaşlandıkça mıdır nedir, daha çok bayramları ailesiyle kutlamak istiyor. biz de, bayram moduna girdik ve budapeştede goulash soup ve budapeşte usulü steak yedik (etli patates yemeği ve kavurma...). çok heyecanlanıp anlatmaya başlamışım bile :) vatana hoş geldim, geldim di mi?

neyse, devam edeceğiz...
her yolculukta bir buruk oluyorum ben,
sanki her şeyi yarım bırakmışım gibi hissediyorum..
yola çıkarken bazıları çok mutlu gider ya, ben buruk hissediyorum işte...

bi 10 gün kadar buralarda olamayacağım,
selam olsun herkese,
şimdiden kurban bayramınız da kutlu olsun,

azıcık özleyin :)

bi de sen olarak, atam atam, sen kalk da ben yatam!
az önce bir konuyu ele aldım ama yazamadım, kafamı toparlayamıyorum bugün...

insan= insane

insanlar ne kadar zor.

insanın etrafında aynı anda kaç kişi olabilir ki? burada kastım, ortada gerçek bir ilişki olan, yani figüran veya dublör olmayan, hayatının içinde kaç kişi? buradan arkadaşımın arkadaşını falanını filanını çıkarıyorum.

hani bulanık mantık sorusu vardır, hani dört renk teoremine doğru gider, hatırlayalım.

"Teorem: Sonlu sayıda bölgeden oluşan bir harita, birbirine sonsuz sayıda nokta boyunca komşu olan iki bölgenin renkleri birbirinden farklı olmak üzere, boyanacaksa bu işlem için dört rengin yeterli olacağı bir strateji vardır."

4 renkle tüm hariteyı boyayabilir, böylece tüm ülkelerin birbirine karışmadan renklendirmesini sağlayabilirsiniz.
yani, birine komşu olacaksanız eğer, siz hariç 3 renge daha ihtiyacınız var, 95 komşunuz olsa da, o 4 renk hiçbiri karışmayacak, hatta onun komşusu diğerine karışmayacak şekilde renklendirilebilir. harita gibi anlamlı, bir o kadar değişken, gayet net ve tüm dünyayı ifade edebilecek bir nesne için fazla basit değil mi? sade, basit ve bu yüzden güzel..

insan ilişkileri için de geçerli olsa keşke bu. şimdi bir parka gidelim, salıncağa, tahtrevalliye binelim, kaydıraktan kayalım, orada 11 kişi olalım ve bunların 3ü benim için figüran olsun. geriye kalan 7 kişiyi 3 renkle boyayabilir miyim? 6sıyle olan ilişikini ayrı yöneteceksin, ki 7. bundan herhangi bir şekilde rahatsızlık duymasın.. bu 7 kişinin kendi arasındaki ilişkiye dikkat edecek, bilecek ona yönelik davranacaksın. 7 kişinin zevklerinden ve nefretlerinden haberdar olacaksın. 7 kişinin birbiri arasındaki ilişkiye dikkat edeceksin, 2 bacanağa, 2 kardeşe davrandığın gibi davranmayacaksın.

bir banka -şu vakıfbank yazanlardan- 7 kişi kaç faklı biçimde oturabilir? hadi diyelim bilmem kaç farklı dizilimde oturdu da, bunlardan biri bağdaş kurup, biri dizinin üstüne, öbürü bacak bacak üstüne oturabilir.. bir daha soruyorum o halde, bir banka 7 kişi kaç farklı biçimde oturabilir?

o banktan, ve geri kalan tüm banklardan uzaklaşım var... benim için bank, yalnız uyunan, üstüne battaniyeyi alıp uzandığın yerdir..

ne yazık ki, kaçma, uzaklaşma şansımız yok. işte bu yüzden, ben bu ara, elimde bilmem kaç renkli boya ve çeşit çeşit fırçalarla insanları boyamaya uğraşıyorum...

intikam...

gün 5 Kasım'ı henüz devirmiş, saat 1'e yaklaşmakta, televizyonda çakma rihanna -büngü müdür, döngü müdür nedir- var, bense kulağımdan gelen seste zeki müren-mihrabım diyerek.mp3'ü buluyorum. kafamın içinde anlamını pek de bilmediğim bir kelime sürekli dönüyor: intikam.

tdk'ya giriyorum, "intikam" yazıyorum, karşılığında "öç" çıkıyor. çok yardımcı oldun, teşekkür ederim diyip wikiye bakıyorum, başlık açılmamış. hiç hoş değil. ama ne olduğunu bilmediğim bir şeyi alamam ki..

saat 1i biraz geçti, muhtemelen çoktan uyumuş bir arkadaşımdan kısa mesaj bekliyorum. yarın eminönüne gitmeli mi sorusuna şöyle bir takılıyor zihnim. aslında aklımda almam gereken intikamlar var. bugüne kadar birikmiş olanlar, bir çok olaydan bir çok kişiden alınması gereken intikamlar.. intikamda bu kadar tatlı olan şey ne?

düşünüyorum, intikam nedir anlamaya, ifade etmeye çalışıyorum olmuyor.

sosyal paylaşımın bir kötü yanı da bu. giriyorsun, bir çok kişiyi görüyorsun, dahası merak ediyor arada bir bakıyorsun. sonra aklına intikamlar geliyor, hiç alınmamış, bir gün alınacak intikamlar; sıcağını soğuğunu bilmiyorum, böyle şeyleri termometreyle ölçmüyorum. aslında hiç bir şekilde ölçmüyorum, tek bildiğim almam gerekenler.

 saat biraz daha ilerliyor ve ben intikamıma biraz daha yaklaşıyorum. zaman, hem bir şeylerin üzerini bilmem kaç ay,yıl (...) geçti diye etiketlemek, hem de bir şeylere biraz daha yaklaşmaktır; yapacaklarıma her geçen saniye biraz daha yaklaşıyorum.

dışarısı kaç derece hiç bir fikrim yok, köşedeki fırında ekmek kaç kuruşa satılır bilmiyorum, ilkokuldayken sınıfta ercanla harun vardı, ne yaparlar merak edioyorum. ama aklım intikamda...insanlar mıdır intikamı kötü yapan, yoksa intikam mıdır insanı kötü yapan? hiç bir fikrim yok. kötü olmakla ya da kötü olmakla bir derdim de yok, tek derdim intikam..bilmiyorum sadece, nerede, ne zaman, nasıl, hangi yolla..

saat bir buçuğa az kalmış, mouseumun ışığı pilim bitti diyerek kırmızı yanıyor, su buralarda kaç derecede kaynar bilmiyorum, bugun kaç tane ayva-ıhlamur içtim onu da bilmiyorum, insan kendi hakkında bu kadar az şey bilir mi? biraz midem yanıyor ve ne zaman intikam desem karnıma bir ağrı saplanıyor.

az sonra gidip yatacağım ve yarın intikamları da intkam kavramını da unutmuş olarak uyanacağım.

intikam yavşaklığından utanıyorum!

Kişisel Gelişim Üzerine Eleştirel Bakış

çok önem verdiğim, hep yazmak istediğim bir konu, direkt dalalım...

öncelikle, herkes kişisel gelişim adına bir şeyler yapıyor, okuyor, araştırıyor, dünya kadar para verip eğitimlere katılıyor. gayet güzel, sanki bazı noktalarda dikkatli olmak lazım geliyor.

1) lafım kaynaklara;

insanlara bir şey yapmalarını söylerken onlara nasıl ifade ettiğinize dikkat edin. insanlara gelişimlerini sağlamak için emir kipiyle yaklaşmayın ve ne söylemek istediğinizi anlatın. tamam açalım biraz. talimat şu-öneri demiyorum emir kipinde olduğundan- dürüst olun! dürüstlük imajınıza imaj katar vsvs.. anlat babam anlat, fayadalarını, neden olması gerektiğini anlat. dürüstlük.. dürüst ne demek? senin kastettiğin şey ile benim dürüstlüğüm ne kadar alakadar? mesela iş hayatı yalansız olmaz? nedir o zaman dürüstlük sınırı? kime, evdekilere mi, ilişkilere mi, kendine mi? efenim faydalıdır da faydalıdır...

kitaplar var bir de. ferrarisini satan bilge var mesela. okumadım, biraz göz gezdirdim, hoşuma gitmedi.. böyle sıkıştırılmış multivitamin hapları sevmiyorum ben. ama içerikten bağımsız isimsiz bir şey ifade etmek isterim; bu adam ferrarisini neden satıyor? ben diyelim ki bilgelik yoluna baş koymaya karar verdim. diyorum ki para mara yalan, geç bunları, hayatta en önemli şey bilgelik, ben de onun peşinden gideceğim dedim. ne yaparım, arabamı mı satarım? hayır. niye satayım ki? para önemli değil zaten, aklıma onu satmak bile gelmemeli. nerdeyse orada bırakır giderim..

bir de secret var, meşhur.. bunu komple çöpe atmak istiyorum -okudum-. merak ediyorum, acaba okuyanlar düşündüğü kadar mal mıdır? sanmam.

2) gelişim heveslilerine sözüm,

kesinlikle harikasınız ve sizi içtenlikle takdir ediyorum, ki ben de sizden biriyim.
unutmayınız ki, herhangi bir kişisel gelişim kaynağından alabileceğiniz en fazla %10dur. şahsi kanaatim bu yönde. zaten o kaynaktakinin %100ünü alıp, hepsini uygulayıp mükemmel olmak mümkün mü? peki hayat o kadar toz pembe mi? dış kaynakların/etmenlerin olmadığı bir dünya... hayır. azıcık bundan azıcık ondan alıp harmanlamak mantıklı, amanın ben bunları nasıl yapayım diyip bırakmak olmaz. hevesliyseniz, en azından, böyle bir sebep yüzünden hevesiniz kaçmasın.

3) eğitmenlere sözüm,

insanları bir odaya dolduruyor, sürekli gazlıyorsunuz. tozpembe bir dünya çizmeye çalışıyorsunuz. daha gerçekçi mi olsak? bir de oradaki çizilen rol modelmiş, anlatan her şeyi yapabilen mükemmel bir insanmışsınız gibi davranmayın, zira hem komik hem de itici oluyorsunuz. insanlara mantığını bildiğinizi, en azından birazını uyguladığınızı ifade etmeyi tercih edin. ama özünü hep bildiğinizi, içinize işlediğinizi ifade edin. daha gerçekçi olacaktır. "biz yüce insanlar" tandanslı konuşmaları bırakalım, ha?

her kişisel gelişim seminer/eğitiminde yer alan bir şey varsa, o da şudur: kendinizi tanıyın. insanlara eğer böyle bir şey tavsiye edecekseniz, bunu gerçekten yapın. en azından basit şeyleri kaçırmayın ya da ben kendimi hiç tanımam da demeyin. örnekleyeyim; seneler evveldi. bir kişisel gelişim seminerine gittim. açılış aynı şekilde oldu. kendinizi tanıyın. seminer bitişine yakın, sorular alınıyor, adamın biri sizin mesleğiniz ne dedi. kadın dedi, "ben kütüphaneciyim. ama benim zamanımda kütüphanecilik en değerli meslekti, puanı doktordan da mühendisten de yüksekti." içimden " kimi kandırıyorsun sen, imaj yapmak için uyduruyorsun, belli ki aşağılık kompleksi var ki açıklıyorsun. az önce diyordun, kendini tanı. sen kendini tanımıyorsun, eziklikle insanların gözünde puan kaybediyorsun. bilsen ki bunun sıkıntısını yaşıyorsun, panikleyip kendini bitirmezdin. nasıl ifade edilir bilmiyorum ama nasıl ifade edilmeyeceğini az önce ifade ettin". nasıl, iyi demiş miyim?

4) herkese sözüm,

kişisel gelişim dökümanları/kaynakları/ her şeyi, insanı bir yalnızlığa sürükler. okumayı gerektirir, kendinle konuşmayı, düşünmeyi, eksik yanları geliştirmeyi gerektirir. ayrıca, verilen aşırı motivasyon insanı yalnız bir acımasızlığa sürükler, fazla hırs gözlere perde indirir. o yüzden, kendini geliştirme maddelerinin amaç değil, daha kaliteli yaşam için, güzel bir çok şey için amaç olduğunu unutmayalım. sosyal ol derken birileri, sosyalliğe odaklanıp, araştırıp edip, sosyal olacam diye aşırı hırslanıp, hepten yalnız, asosyal olmak da var.

ayrıca, kişisel gelişimden gelen fazla içe dönüklük insanı muhakkak yalnızlığa sürükleyecektir, bunu da unutmamalı..

eksi yönleri ifade ettiğimin farkındayım. artıları zaten ortada, bir daha insanların gözüne sokmanın manası var mı?

sanırım istediklerimi az çok aktardım. yorum ve soruları değerlendiririz.. :)

editörün notu: bugüne kadar kişisel gelişim hakkında çok okudum, onlarca eğitime katıldım. bahsettiklerim bunlardan çıkardığım tavsiyelerdir. her ne kadar bazı yerlerde üslup gereği emir kipi gibi görünse de, kimseye emir kipinde yazmak haddimiz değil.. sonuçta kişisel gelişim uzmanı değilim (!)..

zincir, halka, bloke ve kendini ifade etmek isteyen zihinler.

Bu sağdakini gördünüz mü kaçın, arkanıza bile bakmadan gidin. çok gıcık bir şey.. ahan da bu gsm operatörü reklamındaki "kırmızı" var ya, onun bir değişiği.

ifade özgürlüğü istiyoruz.

nedir? anlatalım.

"Content blocked by your organization, Reason: This Websense category is filtered: Blogs and Personal Sites."

giremezsin kardeşim diyor. ama illa girecem dersen 60 dakikan var günlük, 10 dakikasını şimdi harcamak istersen buyur. kalacak 5 tane 50 dakikan. yani çalıştığım yer benim bloglara girmemi istemiyor, ancak günde 60 dakika yapabilirsin bunu diyor.
he aslına bakarsan hiç giremeyeceğin yerler de var. mesela facebook'a takla atsan, hiç giremezsin diyor. bunu anlayışla karşılıyorum, neden olmasın, herkes çalışsın, sosyal paylaşımlarda fink atmasın, ilgisi dağılmasın.. ama blog hakkı neden kısıtlanıyor ki?

şimdi mesela ben bu yazıyı yazmak için 20 dakika harcadım diyelim, 2 net 10 dakikalık peryodum gitti bile, editlesem falan, 30 oldu... bir iki kişinin bloguna daha baksam bitti süre. demek ki günde 1 yazı yazma hakkım var. peki ortalama kaç dakika sürer ki bir blog yazısı? yeri geliyor 1 saat harcıyorum ben, işte o zaman hepten yandım demek...

dediğim gibi, sitelerin tümden yasaklanmasını her ne kadar desteklemesem de anlayışla karşılayabiliyorum, ama benim bloglara girip çıkma, okuma, araştırma, kendimi ifade etmem kısıtlanmamalı. şirketler için bireysel gelişim önemli değil mi? daha dün dedi ki üst yöneticilerden biri, "modern yönetimde prosedürlerin yerini bireysel yetenekler/yeterlilikler alıyor" dedi, çok doğru. klişelendirmeyin beni ama, siz demiyor musunuz her yerde, "bir zincirin dayanıklılığı en zayıf halka kadardır diye". işte ben de, o da, bu da bununla mücadele etmek istiyor, kendini güçlendirmek, öğrenmek, araştırmak, okumak, yazmak istiyor. her blog, "iddia kuponlarının yapıldığı, download linkleri verilen ya da cinsel deneyimlerin paylaşıldığı yer" değildir. 
(bkz: jiessiares.blogspot.com)

güven, insanlara biraz güven. ben faydalı şeyler için kullanıyorum, bırakın insanları kendi vicdanları kontrol etsin, "insanların vicdanı"nı oynamanın, onun yerine geçmeye çalışmanın bir faydası yok. her sistemin açıkları var, ve ben istersem beni durduramazsınız. bir de, "insanların tanrıya olan inancını kaybetmesinin daha kötüsü, insanların insanlara olan inancını kaybetmesidir". (bu da şizofreni yarışması videosundan alıntıdır.)

en sıkıntılı taraf da şudur: ya bu deveyi güdersin, ya da bu diyardan gidersin. güdüyoruz bakalım nereye kadar.. (güdüyoruz yerine yanlışlıkla gidiyoruz yazdım, allah mı söyletti ne, hayırlısı...)

hiçkimse hiç bir şeyi yapmak zorunda değil!

küçükken kendime bir düstur edindim. hiç bir şeyi yapmak zorunda değilim, bir tek şey hariç. "yaşamaya mecbursun". gayet basit evet, nerden aklına gelir insanın bilmiyorum -evet belki yaşamaya mecbursun şarkısı bir yerden kulağıma çalınmış olabilir ama bilinçli o şarkıyı dinleyişim yıllar sonradır- lakin hayatta felsefe edinmeye değer! insan hiç bir şeye sorumlu olmazsa yaşamanın anlamı kalmaz, en azından bir sorumluluk olmalı. biraz da kaçıştır aslında, "neden intihar etmiyorsun(uz)", "neden yaşıyoruz", "bu kadar şikayeti varken insan neden....." sorularına hep aynı cevabı veriyorum. çünkü yaşamaya mecburum! hepimiz için öyle olabilir belki. zaten tek bir görev verilmiş, onu yapmalıyız.

benim perspektifimde bu tek mecburiyetin dışında kimse bir şey yapmak zorunda değil. seçim meselesi nihayetinde. ben dünyanın en aşağılık seçimlerini yapabilirim, en terbiyesiz insan olabilirim, en kötü de olabilirim, hatta tüm insanlığı yoldan çıkarabilen planlı bir ruh hastası da.. benim seçimim; sonuçlarına katlanıp katlanmayacağım da, sonuçlarının olup olmayacağı da beni ilgilendirir! o yüzden artık şu hataya düşmeyelim; "bunu yaparsan sonuçlarına katlanırsın". ne anlamsız bir cümledir. belki katlanmam, belki katlanmak değildir o, kaçabilirim de;  buna ben karar veririm. ya da belki ben dünyanın en iyi insanı da olabilirim, hatta en'e gerek yok, ben iyi insan da olabilirim, yine ben seçerim, getirileri de, sonuçları da bende!
sor sor, kilit soruyu sor; "ölmek de bir seçim değil mi? sonuçları bundan farklı mı, kabul edilemez mi?" de.. hayır bir seçim değil, bunu bir seçim kabul etmemek de benim seçimim. senin bunu bir seçim kabul etmene karışmam, o yüzden sen de benimkine karışma, en başta dedim ya, böyle bir seçim yok. zira, benim düşünce sistemimin ne kadar kaygan olduğunu, ne kadar tutarsız ve mantıksız olduğunu kanıtlamaya çalışıyor, çürütmeye çalışıyorsun... gerek var mı? yapamazsın ki...

sırf bu yüzden ki, asla beni zorunlu kıldığını düşünmeyeceksin. tavsiye verebilirsin.. öneride bulunabilirsin ama beni zorunlu tuttuğun yanılgısına düşmeyeceksin.. istersen kendi içinde düşebilir, istediğin gibi değerlendirebilirsin, ama benden buna tepki bekleme..çok mantıksız. bir de artık lütfen ne yapacağımı söylemeyin! şunu yap bunu yap deme bana, ama de ki, şundan rahatsızım, şöyle olmasını istiyorum, şudur budur.. kendi rahatsızlığını söyle, ben de ona göre bir şeyler yapmaya çalışayım. dikteyi bırakalım artık, izin verin de insanlar kendi yapacaklarını kendileri seçsinler...




ben elmayı seviyorum diye elma da beni sevmeli! daha doğrusu, elmaya ben kendimi sevdirmeliyim, elmayı zorunlu kılmıyorum ama elmanın sevgisini elde etmek benim prensibim; ben, kendim, eğer ona kendimi sevdirebilirsem, o beni seviyor demektir. benim zaten amacım bunu sağlamak değil mi? ben zaten bundan güç alıyorum,hatta belki o elmanın beni sevmesi için çalışıyorum. o elmaya hiç bir zaman beni sevmek zorundasın demeyeceğim, ama o elma beni sevmeli, benim zihnimdeki en net ifade bu, onun için ona asla bıçak saplamayacağım, ona bir tek taş alacağım, küçük sürprizler, büyük sevgi gösterileri yapacağım...realitede olmasa da, olamayacak olsa da -ki mahsuru yok- benim zihnimde bu böyle durmalı. sen neden dünyamı sallamaya çalışırsın ki? o elma beni sevmeli..  (çok severim nazımım, hikmetim, azizim ama burada anlaşamadık. o çizgiyi geçmeyecektin, o elmanın beni sevmeyebileceği fikrine zorlamayacaktın beni..) 

bırakın da insanlar kendi önündeki yolların doğru ya da yanlış olduğunu görüp, seçme haklarının kendinde olduğunu bilsinler..

bunu duymak istiyorsanız söyleyeyim: hiç bir zaman hiç bir şeyi salt siz öyle istediniz/dediniz diye kabullenmeyeceğim!

hadi şimdi dağılın...

öykücük

yıllardır bir arkadaşımla bir oyun oynarız. birbirimize 5 kelime verir, ondan bir öykü yazarız.
-henüz icazet almadım ama- izniyle birini burda imdi yayımlamak isterim. kimbilir belki peyderpey diğerlerini de paylaşırım...
__________________________________________________________________________________
kelimeler: üfürük, ph değeri, çengi, yalpalamak.,de çörek otu..


zaman kavramı o dünya için pek de değerli bir olgu değildi. dünya sıkıştıkça, insanların bir çok şeyi yapma yeteneği azalınca ve de bunlara bir paye biçmek gerekince insanlar etraftakilerin en kolayına sarıldılar: zamanın yokluğuna... ve bu devirde yokluktan ortaya çıktı zaman kavramı, var olanın yokluğundan değil.
zamansızlığın ortasında, 17. yüzyılın herhangi bir anında, rıza efendi, evveli istanbulun bildiği adıyla oduncu rıza, masaya rakı dublesinin dibimi vurup, tek hamlede mideye indirdi. torunlarının çokça sonra bulacağı ph değerinden, nanenin ve sarımsağın bünyeye faydasından habersiz; ekşice haydarisinden bir kaşık aldı. çörek otunun keşfinden, ateşin bulunuşundan ve hamurun içine peynirin konmasından pek çok sonralarıydı belki, ama çörek otu hiç bir yiyeceğe zamanın herhangi bir diliminde, poğaça kadar yakışmamıştı. rakının yanında çörek yemek pek adetten değil de, galatanın orta yerinde, cenevizlilerin havyalarına, venediklilerin türlü mezelerine rastlanmazdı. olacak şey miydi, padişah sofrasındaki mezelere rıza efendi yaklaşsın.

rakısından bir kez daha kaldırdı, arkadan gelen derin musikiye ve ritmine uymuş çenginin parmak şakırtılarına aldırış etmeden şalgamından bir yudum daha aldı..
oturduğundan beri içine saplanan ağrı arttı birden.. akşamdan beri o şalgamı yudum yudum götürüyor, her yudumda içinde zehir olduğunu biliyor ama aldırış etmiyordu. kamilin yerinde her gece içerdi şalgamı da, hiç bu akşamki gibi tortu olmazdı bardağın dibinde. kamil yiyeceğin de içeceğin de hasını getirirdi hep. az dinlenince şalgamın dibine çöken beyaz, çok da şaşılacak değildi elbet..
geçen hafta takıştığı, istanbula nam salmış bitirim ziya öldürecekti onu elbet.. ha bugündü, ha yarın ne fark ederdi ki. arkasından vurmasın, mertlik beklenmezdi de en azından o kadar kalleş olmasın ona yeterdi. ha bugün,ha yarın. önünde sonunda öldürmeyecek mi ziya. rakısından bir yudum daha aldı, bir üfürükte ziyanın sülalesini küfrü fırlattı. zehir dediğin padişahların sofrasında olmaz mıydı? belli ki değer vermiş dedi, birden içi ısındı ziyaya. maktülün katile olan sevgisi, katil kavramının çıkışından binyıllar sonra tekerrür etmişti bir daha.
tüfeğin, siyanürün ve şarbonun icadından çok çok önce, oduncu rıza masadan kalktı, yalpalayarak attığı bir kaç adımdan sonra kamilin masasına bir deste para bıraktı, eyvallah çekip evinin yolunu tuttu.. bu gece bedenine veda edecek olmanın bilinciyle, galata kulesinin yanından son bir kez geçti. allah biliyor ya, her gece geçerdi burdan da, yıldızlar hiç bu kadar yakın gelmemişti. yürünmesi gereken ışık böyle olsa gerekti.
ilk günahtan milyonlarca yıl sonra, karlı bir kış gecesinde, adının bir daha anılmayacağını bilerek, bir rıza efendi sırat köprüsünü geçti. zamansızlığın ortasında dahi olsa ,her ölüm erken ölüm müdür?

son zamanlarda...

-başlığın devamına göre aşağıdan devam edebiliriz, paylaşım işte-

... okuduğum kitaplar (gösteri peygamberi henüz bitmedi, hala "okuyom ben ya!")
 
Gösteri PeygamberiChuck PalahniukAyrıntı Yayınları
Ben Sana MecburumAtilla İlhanİş Bankası Kültür Yayınları
Aforizmalar Franz KafkaAltıkırkbeş Yayınları
Aşk ŞiirleriPablo NerudaKırmızı Yayınları
KoloniJean-Christophe GrangeDoğan Kitapçılık
Kürk Mantolu MadonnaSebahattin AliYapı Kredi Yayınları
Aylak AdamYusuf AtılganYapı Kredi Yayınları
Kırmızı PazartesiGabriel Garcia MarquezCan Yayınları
Ölü Ruhlar OrmanıJean-Christophe GrangeDoğan Kitapçılık
Taş MeclisiJean-Christophe GrangeDoğan Kitapçılık
Dokuza Kadar OnÖzdemir AsafYapı Kredi Yayınları
Bir Katedralin ÖyküsüKen Follettİnkılâp Kitabevi
Dublörün DilemmasıMurat Menteşİletişim Yayınevi
Üstü KalsınCemal SüreyyaYapı Kredi Yayınları
CanfedaCan YücelDoğan Kitapçılık
Amatİhsan Oktay AnarAltın Kitaplar
16.50 TreniAgatha ChristieAltın Kitaplar
SonelerWilliam Shakespeareİş Bankası Kültür Yayınları
Yirmi Aşk Şiiri ve Bir Umutsuz ŞarkıPablo NerudaKırmızı Yayınları
Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz YakınJonathan Safran FoerSiren Yayınları



 ...en çok dinlediğim şarkılar


Bleeding MeMetallica
Ego BrainSystem of a Down
Ab-ı BesteMercan Dede
ZefirMercan Dede
GemiEzginin Günlüğü (Sebahat Akkiraz)
Sahibi YokHayko Cepkin
HuxiMercan Dede
Mr. JackSystem of a Down
She ShinesLinkin Park
Taghatam DehFarid Farjad
ThirteenDanzig
YıkıkKıraç
Stairway to HeavenLed Zeppelin
DemMercan Dede



kafam çok karışıkmış, onu da analamış oldum... son zamanlarda en çok dinlediğim 2 albümün Mercan Dede'ye ait olduğunu söylememe gerek yok sanırım

şimdilik yeterli, son zamanlardalar dönecek...