fotoğraflarım sağda artık

sağda fotoğraflarımdan 4 tanesin görebilirsiniz,
alttaki linkten devam ederek bir kaç tane daha görebilirsiniz..
şimdilik naçizane yetmiş küsür ve saymaya devam etmekte :)

saygılar..
iskambil kağıtları...

aslında buna nasıl başlasam bilemedim, girişim yok, direkt gelişip sonuca varmak istiyorum..

iskambil ilk olarak 9. yüzyılda Çin'de görülmüş. o zaman yapraklarla oynanan bir oyun türüyken evrimleşerek zamanımıza gelmiş. daha sonra 14. yüzyıldan önce Memlüklerde görülmüş ve sonra da avrupa topraklarına taşınmış. o günden bu güne, iskambil üzerinde kıtalar, milletlerarası değişimler olduğu aşikar. ilk zamanlarda kupa, maça yerine coin (bozuk para simgesi olarak coin demeyi uygun gördüm, karışmasın diye), kılıç kullanılırken, sonradan bunlar değişrek, dönüşerek, sentez yoluyla bugünkü haline gelmiş. asıl konumuz bu olmadığı halde belirtelim, bugünkü karo simgesi, almanların kullandığı meşe palamudu simgesinden devşirilirken, maça italyanların kullandığı yapraktan devşirilmiş. bu aralıkta şövalyeler girmiş,  uşak girmi desteye,vale ilk başlrda yokmuş. burada şu dipnotu düşmekte fayda var, almanlar, italyanlar hala kendi kart sistemlerini kullanmaktalar..

gelelim tarihsel gelişimdeki notlara.

-başlarda destenin en düşük kağıdı, Knave(KN)dir. Fakat sonraları bu kağıt papaz ile karıştığı için (K), değişirilmiş ve Jack olmuştur. sonraları değeri de değişerek sınıf atlamıştır.hala bazı oyunlarda J en düşük kağıt kabul edilir.
-ta ki fransız devrimine kadar destenin en değerli kağıdı papazdır (Kral). Fransız devrimi sırasında, insanlar As en büyük olacak şekilde oyunları oynamaya başlamışlar ve bu da düşük seviyenin, kraliyet, iktidar üzerine yükselişini temsil eder.
- diğer renklilerin iki gözü görünürken maça vale, kupa vale ve karo papazı profilden çizilir (tek gözlüler).
-kupa papazının kafasının arkasında bir kılıç görünür. ilk bakışta bu intihar gibi görünse de, kılıcı tutan kolun yeninden bu elin kupa papaza eşdeğer olmadığı anlaşılabilir. çoğu destede, dikkatli bakılırsa bu elin maça kızına aittir.
 - tüm papazlar kılıç taşırken karo papazı balta taşır ve keskin tarafı papaza bakar, bu yüzden baltalı papaz olarak da anılır.
 - Joker desteye çok sonraları dahil olmuştur.19. yüzyılda amerikalılarca desteye eklenmiştir.

 - Genelde maça asları bol şekillidir yahut firma logosunu bulundurur. bu da kaynağını ingilizlerden almakta. ingilizler iskambil destelerden vergi alırken, alındı damgası maça asın üstüne vurulur ve destenin en üstünde tutulurmuş.
- As (ace)  kelimesinin kökeni latinceye dayanır ve anlamı en değersiz bozuk paradır. ace etrüskçe ve izlandacada ilah anlamına gelir. aynı zamanda sembolik anlamda "alfa ve omega", yani "başlangıç ve son"dur.

bunların dışında bir takım söylentiler daha var...karo papazının elleri kesik, hile yaptığı için kesilmiş gibi mitler var ama ne kadar gerçek olduğu tartışılır. açıkçası bana biraz atma geliyor...bir de kağıtların tek isimleri olduğu söylenir (misal: karo papazı- sezar). bu da dönem dönem iskambil oyunlarının yasaklanmasına dayanıyor, pek de ulvi bir değer yok.. kağıt türlerinin sınıfları simgelediğine ait söylentiler de var fakat bunun hakkında değerli kaynaklarda çok da fazla bilgi yok. bunlar genelde forumlarda dolaşan bilgiler.





 nadide destelerimden biri de budur, bicycle siyah... oynaması biraz zordur ama gerçekten görsek olarak harika.

asıl oyunlarda kullanılan diamond back serisi bir sonraki yazıda...






Part2 Maça ası ve Part3 Joker'de buluşmak üzere...
herkes dünyayı durdurmaktan bahsediyor,
ya ben bir gün döndürürsem?

devlet dairelerinden insan manzaraları (vol 1 ve son..)

ben istedim mi çok pis yalan söylerim. ama istedim mi sadece. korkmayın hemen, yakın çevreme söylemem yalan. özel hayatımı yalanlardan uzak tutmaya çalışıyorum. yalnızca iş hayatımda, ve dış kapının dış mandallarına yalan söylerim. eğer bi şekilde bu yazıyı okuyorsanız size yalan söylememişimdir buna emin olabilirsiniz.

sabah, işte bi işten ötürü gittik kuyruklara girdik. hani devlet dairelerinde olan cinsten. tabi işe geleceğim için üstümede takım elbise+palto, omzumda laptop gittik mekana. dediğim burda işte, ben oraya gidince, canım istese, 10 dakikada uydurduğum yalanlar ve ikna ile gider işlerimi halleder çıkarım.(daha önce aynı yere gitmiştim, 10 dakikada da halletmiştim, hani o zaman hakikaten 10 dakikam vardı, arka kapılardan girip halledilebiliyor işler). ama dedim yok, efendi gibi sırama girerim, işlerimi halelder çıkarım, bir sürü insan var sıra bekleyen, hakkını yememek lazım, sıramız gelince gireriz.

bir saat oldu, iki saat oldu, sıra arkaya doğru uzadıkça uzuyor, ben hala bekliyor, 10 dk'da 2 kişilik yer geçince seviniyorum.

derken bir kadın geldi, 2 önüme kaynak yapmaya çalıştı. adam bir şeyler dedi az geri geldi, yanımda durdu, hani böyle hafif çapraz, kaynayacak belli, bir şeyler diyor önümdekine arkamdakine ben sallamıyorum. stresim tavan yapmış, 2,5 kiloluk laptop 25 kilo hissediliyor, gerginim, bir şey demek istemiyorum. baktım önüme sokuluyor,
- hiç aklından bile geçirme önüme geçmeyi, beni uğraştırma
bir adım geri gitti, arkama yanaştı
-yahu bu memlekette bi akıllı siz misiniz, ne sanıyosunuz anlamıyorum ki
+ (şahanın nevriye budak karakteri sesiyle) SANA NE KARDEŞİM, SENİN ÖNÜNE Mİ GEÇTİK, NE KARIŞIYORSUN, GİT İŞİNE BAK!
ama öyle böyle bağırmadı bana... benim de genelde tersim pistir, ama bişi demek istemiyorum, ne kadar sinir varsa dökülecek, ayağımın altına alacam kadını o olacak.. yüzüne baktım, gözlerimden eminim alev çıkıyordu, herkes bana bakıyordu, 5-6 saniye kadar geçti, herkes benden bir şeyler bekliyordu.. mikrofonlar bendeydi, zaten halihazırda kadına verdiğim tepkiyle puan toplamıştım, herkes öldürücü darbeyi bekliyordu...

sustum. bu kadar sağduyulu davranmamı ben bile beklemiyordum. sustum, kafamı çevirdim, insanların duyacağı kısık bir sesle, "insan saydık konuştuk dedim". böyle olunca tüm kalabalık harekete geçti, herkes beni bir koruma moduna girdi, ya git işine dediler kadına, sen kimsin dediler, arkaya doğru iteklediler, o da aynen o gazla arkaya doğru gitti. çoğu takdir etti sanırım beni, bir kaçı da, abi sen de bağırsana, baksana bağırınca haklı olacağını sanıyor insanlar dedi.. bişi demedim, boşverin önemli değil diyip o sıranın gelişini bekledim. sonra ordan başka bir yere gittim yine sıraya, insanlar abi hoşgeldini burda da beraberiz, burası daha hızlı ilerliyor falan diye karşıladılar beni..

hani insan iyi bir şey yapınca dahi çileden çıkarıyorlar, sonra diyor ki insan, "ulan ben de yapabilirdim" ama yapmadım.. kesin bir sürü kaynayan vardı araya, ama ben onlardan biri değildim, hatta onlara haddini bildiren isimsiz kahramanlardan biri gibi hissettim kendimi.. yaşasın!

daha ne manzaralar var aslında orda hele bir sakallı adam ile polis emeklisi diyaloğu var evlere şenlik,

sakallı: (konu nerden geldiyse, ben yarıda girdim) ben bi kere haram yemedim, dramanda otururum, bi damla alkol koymadım ağzıma. çocuğu her yaz camiye gönderirdim, bu sene kursa verdim. beş vakit namaz kılıyor, ağaç yaşken eğilir. ama para lazım evini yurdunu yapmak lazım.
polis emeklisi: ya olur kardeş o da olur
başka biri: (bana dönerek) abi bu cennette yeri garantilemiş, daha ne kasıyo (gülüş)
s: şöyle yaprım böle, bıdı bıdı.
...
s: sende para vardır, versene bana da
p.e. bi ofludan alacağım var 150bin dolar, onu al bölüşelim
s: abi sen nası yaptın bu kadar parayı
p.e: tekstil işiyle uğraştım ben. polisliğin yanısıra, tayyip batırdı bizi
s: tayyip naptı sana ya
p.e: dolar yerlerde, ihracat kalmadı, 150 kişiden 50ye düştük sonra 10a sonra da kapattık
s: ama tayyip geldi zenginleştik, paramız oldu, pahalılık vardı, artık yok
p.e: hadi be ordan kömürü alırsınız, oyunuzu satarsınız, para size oldu.
...
s: kardeş benim sıram geldi, kaçayım yavaştan
p.e: e hadi selametle kardeşim
s: para diyorum, görüşelim
p.e: para mara yok bizde, para tarikatlarda, içindeyim diyosun, git onlarla konuş.. sevindirsinler seni..

sakallı gider, pe yanındaki kadına döner... "mahvettiler memleketi, 80 yıllık cumhuriyetin değerlerini mahvettiler, hep sakalda, hep tarikatlarda işler, ülkenin anasını ağlattı bunlar..."

yahu emekli amcam, sen az önce kardeşim demiyor muydun bunlara!

aaah ah, daha ne insan manzaraları var da devlet dairelerinde, anlatmakla bitmez. bir sonraki devlet dairesi maceramda gözlemlerle döneceğim..

ve evet kendimi isimsiz bir kahraman gibi hissediyorum..  lakin sırtı ağrıyan bir kahraman! :)
hayatta söylediğim en büyük yalan;

"ben deli değilim!"

yine haykırayım,

"ben deli değilim!"
o kadar çok şey yazasım var ki hiç bir şey yazamıyorum..

hani böyle zihnimin ahırına, ahırın duvarına, bir sürü kereste dayanmış gibi, en arkasında duruyor dimağımın, bir çok konu, bir çok yer, bir çok şey..

ama yok hiçbirini yazamıyorum, bir türlü kafamda toparlanmıyor bazen.

o yüzden, bugün bunu yazmayı seçtim. estetik kaygısı olmadan, romantik öğelere dikkat etmeden, benzetmelere bulaşmadan yazıyorum bu sefer evet..

en kötüsü, insanın aynaya baktığında boşluktan başka bir şey görmemesi. boşluk, özel bir şeydir. kendi başına var olan bir şey değil, önceden orada bir şey varmış ama o gitmiş, öyle bir şey işte boşluk.. aynaya bakınca, hiç bir şey görmemekten kötüsü boşluk görmek, orada önceden bir şey varmış ama gitmiş...

bu yüzdendir, halihazırda toplumsal kuralları reddetmeye başka bir red ekledim, artık insani duyguları da reddediyorum.. olmaz mı? saçları ucuca ekleyip 3. köprü yapmaya çalışmak gibi bir şey evet.. ama olmaz mı?
6 milyardan fazla insan var dünyada, hepsinin saçıdan az alsam, ve hepsini bağlasam, kuramaz mıyım köprüyü, neden olmasın... olmaz demeden önce denemek gerek... denenmez mi?

hayatta en zor şeyleri asla ulaşılamayacak diye reddetmek mantıklı mı? en uzak, en ulaşılmaz, en zor, hatta imkansız olsa bile.. hatta insanlıktan çıkacak olsan bile.

ha bunların sebebi nedir onu da pek bilmiyorum, doymuşluk mu, doymazlık mı?

o zaman tarihin en mükemmel alıntılarından birine yer vermek boynumun borcudur:

"Do I really look like a guy with a plan? You know what I am? I'm a dog chasing cars. I wouldn't know what to do with one if I caught it. You know, I just... do things." (Joker, The Dark Knight)
Bugün bir laf duydum onu paylaşmak istiyorum, başka ifadeleri de yayılmış ama ben duyduğum gibi yazacağım...

"Kader, talih, tesadüf, raslantı, bu kelimeler arapçadır, türklerle ilgisi yoktur!"
                                                                          M. Kemal Atatürk 28 Ekim 1930

buradaki milli duyguya değil de, muhteşem zekaya dikkat çekmek isterim....

insan doğası üzerine atış serbest

hepimizin içinde iyiler olduğu kadar kötü duygular da var.

kötü duyguların, sürekli bastırıldığına inananlardanım. nefret, sonsuz intikam isteği, acımasızlık, şiddet, açgözlülük, sinir, küfür,kavga,yok etme isteği, tembellik, kıskançlık...

buna erişme süreci de bir hayli ilginç aslında. insanların gelişimi sorgulanırken, kimse kendisininkine kötü demediğindenbu tarz gelişimler yeterince irdelenmiyor diye düşünüyorum. henüz isan bilinci yerine gelmeden, daha kıpırtılar gösterirken,bebekken, insanın ne aldığıyla alakası var.

insan hayatının taklitten yaratıcılığa geçen süreçte ilerlediğine hiç süphe yok. bir insan doğumundan sonra önce dışarıdan duyduklarını talit etmeye çalışır. bunun en somut örneği konuşma isteği, buna yönelik seslerin taklididir. sonrasında konuşma yetisi gelişir ve insan artık bir şeyler üretmeye,zihnindekileri ifade etmeye, bunu kendi istediği şekilde yapmaya başlar. ha keza, bir enstrüman çalmak da, bunun belirli bir zaman sonra tezahürüdür. önce diğerleri gibi sesler çıkarmaya çalışılır, sonra öğrendikçe insan kompozisyonlar üretmeye başlar. taklit, hayatın bir parçasıdır ve yaratıcılığa gidişte çok önemli bir rol oynar.

nice zaman önceydi, " insanları yöneten paradigmalarıdır" cümlesi kulağıma çalınmıştı. çok iddialı bir cümledir, belki bunu tek başına ifade etmek, bazı değerleri ezmek, küçümsemektir; ama paradigmaların insan hayatındaki rolü aşikardır. çocukken insanın edinmeye başladığı paradigmalar kesinlikle hayatının şekillenmesinde önemli rol oynayacatır.bu paradigmaların bir kısm pozitif, bir kısmı ise negatiftir.

insanların çocukuk evresindeki taklit etme isteğine, ileride onları yönetecek paradigmaları eklersek eğer, "haydi şimdi çocukluğunuza inelim" klasiğinin ne kadar yerinde olduğunu anlamak kesinlikle kolaylaşır.

bebeklikten itibaren hayata giren paradigmaların da bir kaynağı olmalı o halde, ki bunu da taklide bağlayabiliriz. çocuğa ilk söylenen yalan, çocuğun ilk duyduğu yalan ve bununla birlite gelen paradigmalar, kişiyi şekillendirecek, taklit ve yaratıcılıla belki yenilerine sürükleyecektir. bu durumda, diğer insanların, çocuğun yanında yalan söylemesi gerekir, ki bu da onun çocukluğundan gelen bir paradigmadır. bu nesillerden nesile iletişimle bu şekilde geçtiğinden, paradigmaların -en azından bir kısmının- ilk insanlara dayandırılması mantıklıdır. o zaman insanın aklına şu soru gelir: ilk insanlar bunları nereden edindi? işte bir kez daha ilk insan problemiyle karşı karşıyayız. demek ki kötülük, insanın içinde!

başka bir açıdan irdelersek.. diyelim ki, ilk insan tamamen iyiliğe sahip olacak şekilde yaratılmıştı.bu durumda, şöyle bir şey olmuş olabilir mesela: ilk insan meyve toplamaktadır. 2.insan da meyve toplamaktadır. bir gün 2. insan ölür, 1. insan da gider onun topladıklarını alır. zaman sonra bi şekilde 3. insan gelir, meyvelerini toplar.. 1. insan der ki, ölürse onlar benim olur.. sonra der ki bir kaç gün sonra, ölmese de benim olur, gider alırım. bir kaç hafta sonra gider alır, artık, çalışmak yerine daha kolay bir yol vardır elinde, çalmak.. böylece bir nevi kalıtımla, bu çalma durumu nesillerden nesillere aktarılır... mantıklı mı? mantıklı. fakat burada eksik bir nokta var, hemen söyleyeyim, çalması için burada bahsedildiği şekilde, insanın içinde tembellik duygusunun olması gerekir.. bu da kötü duygulardan biri.. hani demiştik ya, ilk insan tamamen iyiliğe sahipti... her örnekleme için,
çalmaktan tembelliğe gidiş gibi, bir kötü duyguya varışta  gerekli başka bir kötü duygudan bahsedilebilir. demek isterim ki ilk insan, tamamen iyilikle donatılmış olamaz.. demek ki kötülük insanın içinde!

daha ilk insanlar, o sade yaşamla kötülüğü bastıramazken, kuzulaşmış, körelmiş şimdiki insan kötülüğü nasıl bastırsın. mümkün değil, hepsi insanın içinde!

hepimizin içinde kötü duygular var, bıraktığımızda dışarı çıkacakalar.. ne pahasına olursa olsun bastırmak mantıklı..

şimdi içinizden bir kötü duygu tutun, ve sakın bırakmayın!

bir kaşık yok!

yıllarca, bir filmden çıkan bir repliği çok da sallamadan kullandım, bugün ilk kez ona farklı bir biçimde bakıyorum.

"bir kaşık yok!"

buradaki kaşık nedir?

sanırım doğrluk... ama olaya hep farklı bir açıdan bakmışım.

bir "kaşık" yok değil, "bir" kaşık yok.

öncelikle hareket noktamızı belirleyelim. gerçek tektir. gerçek, bilinenden bağımsız olarak, salt oluşuyla, duruşuyla, her yönüyle tektir. burada hareket noktası da şudur, o gerçekliği bilen biri vardır. tüm parametrelerin üstünde, her şeye hakim bir göz vardır. (burada kast edilen, her şey olabilir, tanrı, laplace'ın şeytanı..) bu göz, her şeyi kaydeden zaman dahi olamaz, çünkü zaman dahi görecelidir.



"bir kaşık yok"

ne demektmiş bu...

kaşık nedir? doğru. kişinin bildiği gerçeklik. kişinin doğrusu.

"bir" doğru yok.

eğer, ben o kaşığı eğik görebiliyorsam, yani benim için o kaşık üst gözün gördüğünden bağımsız olarak eğriyse,
 benim doğrum o kaşığın eğik olduğudur..

ben onu eğri görüp bunun doğru olduğunu biliyorsam ona inanıyorsam, o benim için gerçektir.

 eğer orda bir kaşık yoksa, yoktur, bu doğrudur, bu gerçektir.

bir başkasına göre, orada birkaşık varsa, o da doğrudur, bu da gerçektir. (doğrunun göreliliği gerçektir)

bu açından bakarsak; birden fazla doğru var ve sen hangisini alırsan o gerçektir.

ilk başta bahsettiğimiz hareket noktasına geri dönersek.
"gerçek, tektir. bir şey aynı anda bir çok şey olamaz. "

o halde, kişiden gişiye değişen doğruluk, yani bir başka değişle, gerçeklik... eğer, gerçeğin gerçekliği de değişebiliyorsa, demek ki -tek olması gerekliliğinden- gerçek yoktur...

"gerçek vardır, inanmazsın, doğru değildir" doğru mudur? doğrudur.

şimdi gel de çık işin içinden,

gerçek yok, e doğru yok, doğru yoksa inanmak da yok..

biz yine kendi doğrularımıza inanalım, onları gerçek kılalım benjamin...


-bir doğru yok dedirten ilham kaynağına ithaf edilmiştir ;)-

Palyaço Felsefesi

öncelikle, blog için bir giriş yazısı falan yazmadım, giriş niyetine şu kısmı kullanalım;
_________

bunların hepsi ivybolger'in suçudur. o olmasaydı ne bu yazı olurdu, ne bu blog, dolayısıyla ne de bu giriş...
_________

öncelikle, hakkını vermeliyim, bu konu fena içime oturdu. akşamdan beri kafamın bi o yerinde bir bu yerinde, fink atıp duruyor. sabah uyandım, daha uykudan henüz tam sıyrılmamışken, kafamın içinde "palyaço felsefesi, palyaço felsefesi" diye kendini tekrarlıyordu. bilmiyorum belki de bu uynaıştan, biraz, hafif gerginim bugün.
peki bu, kafamın içindeki çınlamalar beni nereye getirdi? hiçbir yere...

aslında değişik bir noktadan girmek istedim konuya (bir türlü giremiyorum, deminden beri top çeviriyorum) palyaçoların belirgin özellikleri nelerdir? kırmızı burun topisi, gökkuşağı saçı ve ayakkabılar. nerde bir burun topisi görsek ya da gökkuşağı saçı tek başına, deriz ki bu bir palyaçoya ait. aslında beyaz yüz ve gözçevresi boyaları da belirgin ama ayırt edici değil. yani pandomimciler de yüzünü beyaza boyuyor.. her gördüğümüz beyaz yüze palyaço demiyoruz...bir de ayakkkabılar var ki, -bence tatışmaya açık nokta- sanırım onlar da ayırt edici kanımca. neden şekle daldım ki? kırmızı burun topisi komik bir şey değil, ama palyaço bütünlüğü onu komik hale getiriyor, gökkuşağı saçı da öyle, hatta ayakkabı da -ki 45 numara ayağım- ; komik oluyor işte palyaçoda olunca. demek ki, diyorum, palyaçoda aykırı, anlamsız, tekil ifadesizliklerin bir toplamı var... kompozit bir yapı yani, bir çok anlamsızlığın bir araya gelişinden oluşan büyük bir anlamsızlık, işt bu anlamsızlık bir yerden sonra anlamlı hale geliyor. belki bir yetişkine asla komik gelmyecek bu şeylerin hepsi, bir çocuğu güldürebiliyor. peki neden bir yetişkine komik gelmeyecek? çünkü yetişkin bunu hiç denemeyecek. çocuk işi diyecek, geçecek. hangimiz son 10 yılda bir palyaço izledik ki? izlesek güleriz belki de, o zaman diyorum ki, herkes senede en az bir kez palyaço izlemeye gitsin... kırmız topi olayına fena takıldım. nedir ki kırmızı topinin olayı, hiç bir şey, ama ilginç işte, komik...

asıl nokta, palyaçoların amacının güldürmek olması. bu açıdan bakıldığında, tüm anlamsız ayırtların birleşip komik bir öğe oluşturması normal. fakat ironik olan, bizim palyaçolara kendinin istediğinin dışında bir anlam yüklemiş olmamız. güldüren insanın hüzne sahip olmasını bu güne kadar hep kullandık. her yere yansıdı bu, öykülere, karikatürlere, fotoğraflara, filmelere... mesela en bilinen hikayelerden biridir, adam palyaçoymuş, dünyanın en çok güldüren adamıymış, ama aslında kendisi dünyanın en mutsuz adamıymış, hiç gülmezmiş, git onu bul demişler, ben oyum demiş falan da filan... evet evet o anladığınız hikaye bu... hüzünlü bir palyaçonun fotoğrafı çoktan klişeler arasında yerini aldı.. buna ek olarak, yakın geçmişin uzak zamanlarında, gripin de bu ikilemi, ironiyi, biçilen payeyi klibinde kullandı. aşağıdan devam edelim...






tema belli, palyaçonun yağmurda makyajının akması ile ortaya çıkan mutsuzluk, güldüren yüzün içindeki gülmeyenlik ironisi işte böyle ifade edilmişti..durma, canım cayır cayır yanıyor...





palyaçolarla bir bağdaşan şey olarak da aslında soytarılar var, ki bence çok değerlidir.soytarı da belki palyaço ile aynı kategoride değerlendirebilir ama arada bir fark var. soytarının bir maskesi olmadğı için biz arkasını dolduramıyoruz. yani yüzün gülen ifadesi maskesi kalkıp altından mutsuzluk ya da hüzün çıkaramıyoruz.

bu durumda aklma gelen soru şu? palyaço felsefesi kendisinin oluşturduğu bir şey mi? yoksa toplumun, bilmişlerin, ona uzaktan bakanların oluşturduğu bir şey mi?

acaba biz, ona uzaktan bakanlar, ona paye biçenler olabilir miyiz? biz bilmiş miyiz?

belki..


--henüz toparlanamadığı için bu konuya bir gün yeniden dönülecektir-- ;) sevgiler ivy...