Kapılar

Her gün değişik ama bazıları çok değişik.
Günler bir çok farklı tanımlama ile ifade edilebilir. Pazar günü için ise tek tanım “çok acayip” olabilirdi ancak.
Ne kadar acayip?
Uyuyamadığım zamanlardan kalan bir alışkanlığım var. Bazı geceler, yatağımda o kadar çok düşünürdüm ki, uyuyamamak mı düşünmeme yol açıyor, yoksa düşündüğüm için mi uyuyamıyorum karar veremezdim. Gün içinde gördüğüm bir Suriye’li çocukla başlayan düşüncelerim gittikçe derinlere dalar, su altında kilometreler kat eder, bazı renklerin neden daha rahatlatıcı olduğuna dair bir yerden tekrar su yüzüne çıkardı.
-Yahu ben bu konuya nasıl geldim?
Sonra sonra, nasıl geldiğimi anlayabilmek için, düşündüğüm en son konudan geriye gitmeye başladım, taa ki ilk konuya dönene kadar “ o bunu hatırlattı, bunu oradan diğerine bağladım” diyerek zihnimin polisiyesi, dedektif düşünceleri geliştirmeye başladım.
Dedektif düşüncelerin fark etmemi sağladığı şey, tarihe ‘kapılar teorisi’ olarak geçecekti. Geçecek-ti diyorum çünkü benden başka kimse duymadı, bu zaman kadar kendime sakladım. İnsanlığa açsaydım belki tarihe geçme ihtimali olurdu, sanırım.
YinebBir uyuyamama nöbetinde aklımda şimşekler çaktı. Zihnin, sonsuz büyüklükte, odalardan (ya da alanlardan) oluşan bir yapı olduğunu keşfettim. Akıl ya da bilinç, bu yapıya ilk düşünme anında, herhangi yerinden giriş yapıyor. Uykudan uyanıldığında ilk düşünülen şeyin başlangıç odası olduğunu düşünelim.Hemen bu ilk odada önüne farklı boyut ve özelliklerde kapılar çıkıyor. Akıl bunlardan birini seçmek zorunda. Seçimle beraber başka bir odaya, bir öncekiyle bağımsız yeni düşünce düzlemine geçiyor. Oluşunun konumlandırdığı odada fazla kalsa da, hiç çıkmak istemese de, hayatın akışına bağlı olarak çıkmak durumunda kalıyor. Çıkış kapısından sonra yine kapılar, yeni kapılar, çok kapılar. Bu kapıların arkasında, yaşanmışlar, yaşanmamışlar,hayaller, geçmiş, gelecek, aile, sevgi, nefret, bilgi, bilim… her birinin ardında farklı bir oda var. Bazı kapılar o kadar çekicidir ki, başka bir kapıyı görmeyiz bile; heyecan yaratan bir insan gibi, o kapının ardındaysa, istesek de, istemesek de, yönümüz o kapıya doğru olacaktır. Bazı kapılar o kadar büyüktür ki, diğerlerini görmez direkt ona yöneliriz.. Yakınımızdaki birinin üzüntü veren rahatsızlığı gibi. Üzüntü odasının kapısı diğerlerinin yanında çok büyütür. Bir keşif, başkalarının da karşısına çıkan ama küçük olduğu için fark edilmeyen bir kapıdan geçmekle başlar. Seçimleri yöneten çağrışımlar var. Yarınki toplantıyı düşünmek, toplantı sırasında kahve ikram edilmesi, daha önce Sercan’la içilen kahve, Sercan’ın eşi, eşinin almak istediği mont, berenin kışı çağrıştırması, kar ve kar lastiği… kar lastiğini nereden alsam? Ben toplantıyı düşünürken buraya nasıl geldim?
Kapılar teorisi, benim düşünce düzlem-zamanında geçmişe yolculuk yapmamı sağlayabiliyor. Son alandan geriye doğru giderek ilk kapıya ulaşma oyunui, zihnin karanlık sonsuzluğunda el yordamıyla ilerlenen bir maceraya atılmak gibi.
Geçtiğimiz pazar günü, bu oyunun en güzel versiyonlarından birine şahitlik etti. Tüm kapıları açıklamak belki mümkün değil ama, en azından büyük olanları yazmam lazım.
O gün rutinimsi  bir hareket olarak bir kahveciye gittim. -Kahve ve kitap sevdiğim bir ikili.-  Hani bazı günler, ne yaparsan yap, ne düşünürsen düşün, ne görürsen gör, insan kafasının içinde arka planda bir düşünce dönüp durur ya, işte Pazar günü tam anlamıyla buna sahip, öylesine bir gündü. Bahsettiğim beni durduran ve de burada tutan güç  hakkındaki fikirler Pazar günümü arka koltukta sessizce ama nedensiz bir keyifle izliyor,  beğenmediği bir sahne olduğunda senaryoya müdahele ediyordu. Yaşasın interaktif yaşam sahneleri! Düşünceleri ait olduğu yere, arkaya ittim ve okumaya başladım. “Hayat içimizde, dışımızda bir dünya yok, dışarısı bizim yansımamızdır” temalı yüce kitabım beni farklı dünyalara itiyor, galaksiler arası gezintide kitap gittikçe ağırlaşıyordu. İnsanlara bu kadar ağır sorumluluklar yüklemek doğru değil diye düşünürken iki kelimeyle beni fiziksel dünyama geri döndürdü:
Gordion düğümü.
Ürperdim ve kitabı elimden bıraktım. Gözlerimi boşluğa dikip düşünmeye başladım. Tabi ya, Gordion düğümü. Unuttuğum bir hikayeyi hatırladım. Hikayeyi canlandırırken kalkmış ve kendimi sokaklara atmıştım.
Anadolu’nun en eski uygarlıklarından biri olan Frigler kendilerine bir lider arıyorlarmış. Kahin şehre arabası ile giren ilk kişiyi kral yapmalarını söylemiş ve yeni lider bu yolla seçilmiş. Kral, bu olayı sağlayan arabasını tanrıya adamış ve sıkıca bir düğümle tapınağa bağlamış. Düğümü çözen kişinin tüm asyaya hükmedeceği inanışı kulaktan kulağa yayılan bir şehir efsanesine dönüşmüş.
Aynı dönemde, babasının ölümü üzerine Makedonya Krallığında tahta yeni lider çıkıyor. Genç ve dinamik, kurdetli Büyük İskender. Kral olduğu ilan edildikten hemen sonra doğuya sefere çıkıyor. Trakya üzerinden Anadolu’ya giriyor, ayak bastığı her şehri, Spartalılar dışında tüm yunan uygarlıklarını hükmü altına alıyor. Ege üzerinden güneye inerken Friglerin tapınağında düğümü çözmeye çalışıyor, sabrı tükenince bir kılıç darbesi ile kesip atıyor.
O dönemde tüm Asya’yı hükmetmek için, Yunan, Pers, Mısır, Hindistan ve Çin gibi çok kuvvetli güçleri devirmesi gerekiyor. Karşılaşacağı devasa orduların bilincinde, Anadolu’yu hükmü altına aldıktan sonra İskenderun civarlarında Persler ile karşı karşıya geliyor. Perslerin ölümsüz ordusunu deviriyor, güneyde Mısır’ı ele geçirip İskenderiye şehrini kuruyor. Rotasını uzak doğuya çevirip Afganistan ve Hindistan’ı ele geçiriyor ve Asya’nın efendisi ünvanını alıyor. Tüm Asya’yı ele geçirmesi için sadece Çin’e hükmetmesi gereken, ordusu tüm asya uygarlıklarının neredeyse toplamı haline gelmiş, tarihin belki gördüğü en büyük komutan Büyük İskender, Çin’e ulaşamadan, 32 yaşında ateşli bir hastalık sebebiyle ölüyor. Kadim kıtanın tamamını ele geçirmeye tek yaklaşan efendinin bu kadar genç yaşta ölmesi Gordion düğümünü çözmek yerine kesmesine bağlanıyor. Üçüncü Bin Yıl insanları, Gordion düğümünü bir metafor olarak hala kullanır.
Gordion düğümü benim ruh halim için de harika bir metafor olabilirdi.Tek düşüncem düğümü kırmamak.
Hey Büyük İskender,
ve de Küçük İskender. Şair Küçük İskender.
“İnsan inandığı şeyler uğruna muhteşem hatalar da yapabilir.”
Düğümleri ve hataları cebime koydum.
Yeni kapı aralandı.
Yazdığım notu paylaşmak veya paylaşmamak. O odada hayli kaldıktan sonra paylaşmaya karar verdim. Acaba Pazar mı paylaşılmalı Pazartesi mi? Pazarları keyifsiz mi olur yoksa pazartesileri yoğun işler güçler notu göndermek için iyi bir gün olmamasına yol açar mı? Bilmiyorum, çünkü, henüz, o kadar tanımıyorum.
Başka kapı…
Pazarları pek sevmem. Ertesi gün iş olması, haftasonunun bitmesi, kargaşanın başlaması, ütülenmesi gereken gömlekler ve çocukluğumdan kalma paradigmalar.
Henüz okula gitmiyordum, Pazar sabahları dışarı çıkardım oyun oynamak için, kimse olmazdı. Tüm şehir sanki kutsal Pazar kahvaltısının tadını çıkarıyormuş gibi olurdu. Bizde her gün birlikte kahvaltı yapıldığı için pazarlar o kadar önemli değildi. Bu yüzden hiçbir zaman anlayamadım. Aslında, haftaiçi geç saatlere kadar çalışan bir babanın pazarları çocukları ile geçirmek istemesi gayet doğalmış, fakat elbette, o zamanlar beni ilgilendiren kısım Pazar günlerinin türk aile yapısına yaptığı büyük katkılar değil, benim yalnız kalmamdı. Sıkılmışlıkla eve dönünce televizyon açılır. Klasik müzik denen ucube bir müzik türü gösterilir. Genellikle yaşı 40’ın üzerinde, saçları beyaz bir dayı yüz kişinin üzerinde uyumlu gürültü yapan bir grubu iki beyaz çubukla yönetir. Ses yükselir, alçalır, genişler, daralır, hızlanır ve yavaşlar, ne kılığa girerse girsin, çok sıkıcıdır. Pazar konseri diye adlandırılan işkence bir saat sürer. Benim klasik müziği sevmeye başlamam için zamana ihtiyacım varmış, bir on beş yıl kadar en az. Gel de bunu takım elbiseli kendinden geçmiş çubukçubaşına anlat. Klasik batı işkencesi biter, vahşi batı işkencesi başlar. İşkenceler hep batıdan gelir. Kovboy filmlerini hiç sevmezdim. İki saat daha gider. Pazar programları gelir. İşte sonunda batıya karşı duran yerli tarzda bir işkence. Yaşasın tam bağımsız yerli işkence. Çocukları özgür bırakın pazarları da dışarıda oynayabilsinler. 
Çocukluk evim bir apartman dairesiydi.
“İnsanlar genelde kare veya dikdörtgen olan evlere neden daire derler?”
Apartman sakinleri, yan apartman ile birlikte kullanılan genişçe alanı insanlar geçmesinler diye demir parmaklıklarla ikiye bölmüşlerdi. Apartmanın rengi mi daha iticiydi yoksa çocukların sınırlara o demir parmaklıklarla alıştırılması mı hala karar veremiyorum. Sıkıcı şehir, sıkıcı evleri, sıkıcı insanları ve onların parmaklıkları.. akıl ve onun çocukluğu. Fiziksel sınırları mı kaldırmak zor, zihinsel sınırları mı?
Fi-zihinsel sınırlardan yüksek bir korna sesiyle bedensel dünyaya geri döndüm.
Gözüm yanımda yürüyen başka birine takıldı. Bence aynı yönde yürüyen insanlar birbirleri ile konuşabilmeliler diye düşündüm. Eğer öyle bir gelenek olsaydı hemen yanına gider aklımdaki her şeyi, tüm olanları, çelişkilerimi, beni tutan ve engeleyen gücü, aklı ve sınırları, kapıları ve odaları ona tek tek anlatırdım. Zihnimin sıcaklığını, kapı kollarının soğukluğunu anlatırdım.
Soğuk, hava çok soğuk. İçimizin ve aklımızın üşümemesini sağlamak zorundayız..
Aynı yolda yürürken konuşmak iyi de, yerin altına inerken de konuşulabilir mi? Ya konuşmadan çok etkilenir ve daha da derine gitme isteği duyarsak?
Metroya binmeye karar verdim. Biniş kartım için elimi cüzdanıma götürdüm, boşluğu yakaladım. cüzdanım nerede? Yok. Yok.
İlk taksiyi çevirdim, kahveciye geri döndüm.
Sonra eve geri döndüm. Evde düşüncelere döndüm.
Ben o cüzdanı nasıl unuttum, daha doğrusu nasıl bir düşünceye daldım ki kendimi unuttum, ne varsa bırakıp, koltuğumdan kalkıp yürümeye başladım? Düşünce kapılarını tek tek geriye doğru açmaya başladım. Gordion’a kadar geldim.
O sırada bir mesaj geldi:
“Bakıyorum ara sıra son yazıyı…”

Paradoks

Paradoks bayım, paradoks.
Millet pardokstan kaçar, biz içimize çekiyoruz. Shrodinger’e selam çakıyor, kedisinin patilerinden öpüyoruz.
İçinde para geçen her şey gibi paradoks da berbat bir kelimedir bayım. Paraya dokun eller artık temiz değildir. Çocukluk paraya dokununca biter, gençlik ise paradoksa dokununca.
 Selin bayım, Selin. Selin benim en büyük paradoksumun adı.
Geçen haftasonu yakın bir arkadaşımla, Sercan’la, bir bara gittik. Birkaç bira, mısır, sohbet. Önce yanımıza 70 yaşında bir hanımefendi ile kızı oturdu. Bize bir şeyler söylediler, gündem,demokrasi, seçimler, nesiller falan derken hanımefendi kendini yorgun hissettiği için erken ayrıldılar. Sercan, her zamanki modunda, “şu senyoritaları masaya davet edelim mi” dedi. Elbette olur Sercan demeye kalmadan barın sahibi bir adamla kızı şak diye yanımıza oturttu, o dakikadan sonra aklım o masadan hiç kalkmadı.
Nasılsınız, iyisiniz, hangi takım, Madrid, siz, ben de, ama bu sene ayrı bir iyi oynuyor takım, evet, çok iyi. Ne iş yapıyorsunuz, öğretmenim, a harikaymış, ne öğretmeni, yabancı dil, oh oh süper. Siz ne kadar zamandır berabersiniz?
<<Pause. Zaman kavramına hepimiz aşinayız. Daha küçüklükten beri zamanla birlikte büyüdük. Ezan okundu, oyunu bırakıp eve döndük, çizgi filmler yayın akışına bağlı olarak belirli bir zamanda bitti, sabahları geç kaldın diyerek kaldırılıp –zorla- kahvaltı masasına oturtulduk, ders başladı, öğretmen geç kaldın diye kızdı, ders bitti, tenefüs başladı, tenefüs bitti, tenefüs hep çok hızlı bitti. Hep geç kaldık, onlar hep erken geldiler, biz hep geç kaldık. Daha saate bakıp sayıları okuyamadan bir şekilde bir yerlere geç kaldığımızı öğrendik.
Zaman harika bir kavram. Her zaman orada olduğunu,ileriye doğru gittiğini biliyorsun ama aslında gerçekten ne olduğunu hiçbir zaman anlamıyorsun. İlla mekanik, elektronik bir aletlere bakıyoruz, onları kola, cebe, duvara asıyoruz; hareket ettiğini görünce bir rahatlama yaşıyoruz,oh ne güzel zaman durmamış. Bazen sayılar değişmiyor, akrep yelkovan ikilisi dans etmiyor, zamanın durduğundan şüphe etmiyoruz, pili değiştirmedik ya da kurmayı unuttuk diyoruz. Suçu hep üzerimize alıyoruz, zaman hep suçsuz kalıyorlar. Adamın biri söylemişti, zaman denen şey dünyanın her yerinde aynı hızda hareket ediyormuş. Dünyanın öbür ucundaki bir saatle kolumdaki aynı sayıları göstermiyormuş, ama zamanın hızı orada da aynıymış. Hatta dünyayı bu yüzden portakal gibi dikine dikine çizmişler, meridyenler her yeri basmış, bazen mavi bazen beyaz çizmişler, neden öyle dedik, en iyisi buna boylam diyelim demişler, meridyensiz hesap yapamaz olmuşlar, ilkokulda çocuklara öğretmişler, o kadar kafayı takmışlar ki meridyenlere, dünya bu mahçubiyetin altında kaybolmuş, yerinde dilimlere ayrılmış bir portakal kalmış.
Einstain çok kafa yordu bu işlere, saymakla bitmez adamı karşısına aldı, düşün düşün, yaz yaz, sıkıntı sıkıntı, sonunda bir deri bir kemik kaldı. Be hey kolay mı be koskaca zamanla uğraşmak. Ey büyük EINSTAIN, dursun zaman diyorsun da, oyun değil ki yaşamak. Dünyanın gözünü açtı sonunda, hocam ne yaptın, dünya gözü kapalı, sağır ve dilsiz iyiydi, “ey ahali bakın söylediğniz doğrudur, dünyanın her yerinde zaman aynı hızda akar fakat geniş düşünün, dünyanın dışında ne olur, elbet zamanın da farklı hızla aktığı görülür” dedi.Einstain hep şiir gibi konuşurmuş, bir kadından duymuştum. Bilim dünyası söylediklerini anında anladı, zaman kesinlikle sıvıdır ve hep akar.Başka gezegenlerde katı olarak da görülebilirmiş.
Ben şanslı doğan nesildenim, Einstain benden önce söyledi hepsini.
Sorumla, işte tam da o soruyla, (Siz ne kadar zamandır berabersiniz?), Einstein’ı anladım ve uzay boşluğundaki sonsuz yolculuğuma çıktım.
Zaman sonsuz bir yavaşlıkta akmaya başladı.
İnsan beyni, yalnızca bir –normal- saniye içinde milyonlarca farklı şey düşünebilir. O düşünceler o kadar hızlıdır ki bizim takip etmemiz imkansızdır. Bu durumda yapmanız gereken şey, ya onların hızına çıkmak ya da onları yavaşlatmaktır. İşte bu soru-zaman-cevap sürekliliğinde zaman o kadar yavaşladı ki ben teker teker düşüncelerimi takip eder hale geldim.
-Belki arkadaşıdır.Evet, kesin kanka bunlar.
-Abisi de olabilir.
-Dayısı? -Sanmam,
-Kuzeni olabilir mi acaba? Mümkün.
-Parmağında yüzük yok. Oh.
-Kütüphanede tanışmışlardır heralde. Yok ya bu adamın kitaplarla ne işi olur.
-Belki kapıda tanışmışlardır. Damsız giriliyor muydu? Arabayla geldik dedi. Araba kapısında mı tanışmışlar?
-Okuldan arkadaşlarmış, eski günleri anmak için buluşmuşlar.
-Bu kızın yanında bu adam, mümküm değil.
-Alt komşu. Olasılık düşük. Bizim alt kattakiyle ben kaç kere içemeye çıktım? Hiç. Zaten ben zemin katta oturuyorum. Pause end.>>
Selin gözümün içine bakıyor. Gözlerim, istemsiz olarak gözlerinden saçlarına doğru kayıyor. Tanrım, ilk önce selini mi yarattın, insanlığın en üst prototipi mi karşımdaki, yoksa Nietszce’nin üst-insanı mı, tanrım kleoptatra gerçekten var mıydı, varsa onunla selin arasındaki 7 farkı sayabailir misin? Saçların güzel olduğu nasıl anlaşılır bilmiyorum ama dünyanın en güzel saçlarının bunlar olduğunu,saçların çoğul olduğunu, hiçbir şampuanın, sabunun, gıdanın ve boyanın ve hatta hiçbir çiçeğin de bu kadar güzel kokmadığını biliyorum. Süskind’in kitabından fırlamadığım için kendimi şanslı hissediyorum.Gogol’un paltosuna gidiyor aklım, uçuyor. Aklım geri geliyor, taş gibi verdik, keşkül gibi geri geldi.
Selin’in dudağı cevap vermek üzere ilk hareketine başlıyor, dudağının yanağıyla birleştiği yerde uyumak istiyorum, "meğer burası benim evimmiş" demek istiyorum. Yanaklarındaki kaslar belli belirsiz hareket ediyor..
Dur Selin söyleme.
Vereceğin cevabı kaldıramayabilirim. Bir cevap beklemekle, verilecek cevaba hazır olunmuyor. Çok hazırlıksız yakalandık be. Öyle dalmışım ki gözlere, hiçbir önlem alamadık, cevap geldi, kalemin kapılarına dayandı komutanım, koç başlarıyla kırmaya çalışıyorlar, kapıları ve kalpleri. Hissediyorum komutanım, kötü şeyler olacak.Çocuklara bir şey olmasa bari.
Selin dur. Hani sen talihimi yenmeme yardım edecek olandın. Hani O’ydun. Talihimi oymana az kaldı. Ne güzeldi halbuki bana söz verilen o talih. Bir battaniye altında sıcak sıcak, sarılarak, bir film izlerdik belki. Dört tekerli bir araba alırdık. İki odalı bir evin taksitlerine girerdik. Maaşımız yabancı paralar, krediler ve enflasyon karşısında erirdi ama biz hep güçlenirdik. Bir çocuğumuz olurdu belki. Kız olsa baleye gönderirdik,erkek olursa basketbola, bu arada biz de belki bir spor salonuna kayıt yaptırır ama hiç gitmezdik. Spor tartışmalarının ortasında, nasıl olursa olsun, sağlıklı olsun yeter derdik. Yalnız futbolcular da çok para kazanıyormuş. Para kazanmasın gerek yok, senin güzelliğini kazansa yeter. Adını ben koyardım. Üzgünüm bu tartışma kapalı. Annenlerin önünde tartışmayalım, rica ediyorum. Ben söz istemem, kız istemeye de karşıyım, ama sen istersen, ben de isterim, anamı, babamı, sevdiğim arkadaşlarımı da alır gelirim. Dio mio’nun emri, peygamberin kavliyle Barcelona valisinin verdiği yetkiye dayanarak isterdik. Terlik almayın lütfen bana, sevmiyorum. Çiçek almayı unuttum. Çikolata da, ben de gittim çikolata buketlerinden aldım. İnşallah baban kızmaz. Havlularımız siyah olabilir mi,  nevresimlerimiz Selin renginde olsun. Zilimizi kimse çalmasın, rahatsız etmesinler, ama illa çalacaksa Selin melodisiyle çalsın. Yemekleri sen yapar mısın?. İyi yemek yapar mısın bilmiyorum ama.. mantı falan istemem, fasülyeyi güzel pişirsen yeter.
Neden böyle garip şeyler düşünüyorum? Çünkü insan beyni karamsar düşüncelerin paratoneridir. Bakın yine, PARAtoner. Hayır gelmez bu kelimeden.
Yapamadım.
Selin’i durduramadım.
“ Bir yıldır” dedi.
… kalbim.Ben kendisini ağır siklet sanırdım, tüy sıklet çıktı. Kalbim, ringe aldılar, böbreğine ve kafasına vurdular.
Muhtemelen o kelimeleri benim üzerime atınca ben yıkıldım,
Alt tarafı iki kelime,
bir şehre atılsa, yanardı;
okyanusa atılsa, kururdu;
isa’ya atılsa, çarmıha bir daha koşardı.
Hazır oraya gitmişken benim için tanrıyla da konuşur musun, hani insana kaldıramayacağı yükler vermezdi?
Kaldıramadım. Öldüm. Buyrun cenaze namazına.
Çok acılar çektim, çok derin acılar. Üç yüz kereden fazla kalbim kırıldı,iki kere aldatıldım, beş kere soyuldum, iki kemiğim kırıldı, bir ameliyat geçirdim, sevdiklerimin tamamını, elimde olan paranın tamamından fazlasını kaybettim. Yaşadım. Ayakta kaldım.Tam gurur duyacaktım, iki kelimeyle öldüm.
Selin’e bir şey diyemedim. “Sen öldün” diyen birine ne diyebilrsiniz ki? Olmaz öyle şey evraklar karışmıştır, hem ben daha çok gencim, hakkımdaki bu asılsız iddialı ortaya atarak başarılarımıza gölge düşürmeye çalışanlar, gerek kanun karşısında, gerek toplum vicdanının huzurunda yargılanacak, cezayı hak edenler, itiraza yol vermeyecek şekilde asılacaktır. Asın efendim asın. Ben öldükten sonra, insanların yaşamasını ne yapayım. Bir tek ben ölmedim Selin,tüm insanlık öldü bu gece.
Sercan’a baktım, Sercan – az önce ilan edilmiş üzere- Selin’in sevgilisine baktı, Selin’in sevgilisi garsona baktı, garson masaya baktı, masadaki, boş şişeler kalktı. Getirin, bolca bira getirin. Neye içiyoruz. Tabi ki ölümüme. Çok içtiniz, hayır, çok öldüm ben. Bir kere öldüm ama kaliteli öldüm. Nicelik değil nitelik peşinde koşuyoruz. Çünkü bence her kaliteli insan öyle yapar.

Senin sevgilin var mı dedi. Yok dedim. Olsun mu? Olabilir bence mahsuru yok dedi. Olmalıydı Selin, sence mahsuru olmalıydı. Sen beni galiba hiç anlamadın Selin. Çok geç tanıştık, ya da çok erken, bunu zaman gösterecek. Doğru zamanı hiç anlayamadım, doğru yeri hiç görmedim. Doğru yer insanının canının acımadığı yerdir diyorlar.
Boş muhabbetler yapıyoruz. Bana yabancı dil öğrenmekten bahsediyor. Doğrudur diyorum. Sohbetler çok ucuzladı Selin. Ben korumasız küçük bir çocuğum, içimdeki çocuk ölmedi. O yaşıyor. Nabzını kontrol ediyorum, tiktak, sırun yok. Çok korkuyor, ürkek ve yalnız. Onun korkusu senin kanatlarının altında geçerdi demek istiyorum. O futbolda dönüyor.
Sercan’la masadan kalktık. Çok içmemiştim ama ayakta duramıyordum.Sercan her şeyin farkında, yaşamaya mecbursun diyor. Ne yaşaması Sercan, ben öldüm diyorum.
Paradoks bayım, paradoks.
Millet pardokstan kaçar, biz içimize çekiyoruz.
Selin bayım, Selin. Selin benim en büyük paradoksumun adı. Ben sevgilisi olan bir kadının peşinde olamam bayım. Ben değerlerimi kaybedemem bayım. Değerlerim Selin’le mı aşındı, yoksa Selinden önce zaten aşınmış mıydı? Alın size paradoks, çelişki, kaos ve anarşi.


Fasulye

 ne severim biliyor musun?
- ne?
- taze fasulye.
- nasıl yani?
- severim işte (avuçiçleri yukarı bakacak şekilde)
- neden böyle şeyler söylüyorsun, durup dururken.
- afedersin, hoşlandığım kadınların yanında biraz heyecanlanırım da
- neden ki?
- korkuyorum. (ürkek tavırlar puan mı kazandırdı?)
- ama belki gerek yok buna, belki o da senden hoşlanıyordur.(çünkü bu salı geceleri yayımlanan bir dizidir)
- hayır, yanlış anladın, ben sevilmekten veya karşılıksız olmasından kokmuyorum ki.
- neden öyleyse?
- onun gözlerine dalıp gitmekten... (80lerin arabesk film müzikleri) garip... hemcinslerim adına sizden özür diliyorum.
- hayır, tüm erkeklerin yükünü üzerine alma!
- erkekler değil, onlardan bahsetmiyorum, hemcinslerim; birbaşkasınıngözlerinedalıpbirdahagerigelemeyenler.
- ama çok ağır bu!
- ağırlık göreceli midir? (entelektüelitistler buraya)
- bak yine söyledin
- neyi?
- işte o anlamsız şeyleri (irrite, doğru kelime irrite)
- içim dışım bir benim.
- yani?
- aklımdaki oydu, dışarı çıkardım.
- öyle bir şey değil o, o farklı bir deyim.
- aaa evet deyim. deyimleri hiç beceremem. atasözlerine toptan karşıyım. ya da topyekün. (topyekün anormalite)
- başka bir şeyden bahsedelim.
- güneş. ama ondan da ben bahsetmek istemiyorum.
- hm... (hesabı ister misin)
- bak ne diyeceğim, bu konuşmanın farklı bir versiyonu var mı?
- nasıl yani?
- hani, yani, (derin nefes) ben ilk cümleye farklı bir şekilde başlamış olsam.. (5 dakika daha, ne olur 5 dakika daha oturalım)
- mesela?
- bugün başıma gelen en güzel şey havanın ışıl ışıl güneşli olmasıydı. seni görene kadar...(ısındık, gülümserse tamamdır
- (gülümser)
- sıcaklık göreceli midir?
- ...

Duvar (ya da hayatımın kararına yardım edin)


-gerçek bir hikayeden esinlenerek yazılmıştır-

Sanırım, hayatımda hiç olmadığı kadar, yardıma ihtiyacım var ve ben bu seferlik her şeyi kendi başıma çözme isteğimi bir kenara bırakmalıyım.
Kısa bir hikaye anlatmalıyım.
Belki size ihtiras, kan, dram, gözyaşı vaat edemeyebilirim. Aklınızda tutmanız gereken yegane şey şu ki, anlatacaklarım sadece gerçekler.
6 sene önce bir olay yaşadım. Eğer bu olay gazetelerde yer alsaydı, “elim olay” ,“vahşet” ,“hiç olmayacak oldu” gibi başlıklarla süslenebilirdi. Neyse ki yer almadı.
Elim olayın kendisi, konumuz açısından çok da önemli değil, kendime bile bahsederken zorlanıyorum, fakat sonuçları kayda değer derecede mühim. Büyük olaydan sonra bir yıl kadar toplumdan kendimi soyutladım. Hayata dönmeye hazır olana kadar inzivaya çekildim. Ailemle görüşmedim, arkadaşlarımı hayatımdan çıkardım, düzenli-düzensiz bir işte çalışmadım, satınalmak istediğim şeyi söylemek dışında esnafla konuşmadım, alışverişimi en az konuşmam gereken marketlerden yaptım, saçımı kestirmedim, mail atmadım, mesaj yazmadım, televizyon izlemedim, yolculuk yapmadım, tüm sosyal ilişkilerimi en alt düzeye indirdim. Minimum ihtiyaçlarla yaşamımı sürdürdüm, çokça uyudum, çokça alkol tükettim, (eridim demek istemiyorum) haddinden fazla zayıfladım ve en önemlisi hep düşündüm. 
İnzivamın yedinci ayında, tüm o geceler boyu süren analizler
 – buna kendi çapında bir analiz diyebiliriz.Olayın tüm hikayesini kağıtlara döktüm. Bitirdikten sonra, sanki başkası yazmışçasına,her sayfada uzun uzun düşünüp, notlar aldım, gerekçelere dair tüm bileşenleri bir araya getirdim- 
sonucunda, başıma gelen olayın en büyük sebebinin, (insani zaaflardan biri, belki en büyüğü) duygularım olduğuna karar verdim. Bir insanın manipüle etmeniz için dayanacağınız en sert, en acımasız ve en kırılgan nokta o kişinin duygularıdır. Yıkılışımın kodlarında duygularım ve onların amansızca manipüle edilmesi başrolü oynuyordu. Büyük sessizliğin sekizinci ayında duygularımdan kurtulmaya, daha doğrusu eğer başarabilirsem hayatta yapacağım en doğru hareket olduğuna karar verdim. Eğer hayata döneceksem onlar benim yanımda/içimde/üstümde olmamalıydı. Sonrasında çok kez simülasyonlar yaptım, bir çok olayı kafamın içinde yeniden yaşadım ve suni olarak duygularımdan kurtuldum. Hemen şunu belirtmem gerekir, anlık duygulardan kurtulmanız mümkün değildir. Evrimin bir sonucu, atlarımızın bir mirası olarak, genetik aktarım sayesinde, anlık duyguları kaybetmek neredeyse imkansızdır. Gülümseyen bir çocuk gördüğünüzde otomatik olarak gülümsersiniz. Bunu engellemeye çalışmak, insan olmayı reddetmeye çalışmaktır. Şaşırma, panik, kısa süreli korku ve panik patlamaları... silinemez. İnzivam bittiğinde, anlık olmayan tüm duygulardan, sevgi, aşk – aşk anlık mıdır süreçsel mi tartışmasına girmezsek- , nefret gibi kalıcı ve uzun vadeli duygularımdan kurtuldum. 2011 yılı başlarında hayata karışmaya hazırdım.
Bir süre iş aradım. Beklentim düşük, eğitimim yüksek olduğundan fazla süre almadı. Bir cafede garson olarak çalışarak aylarımı geçirdim.Her şey iyi gidiyordu. Kahve getirin diyorlardı, kahve götürüyordum, hesap deniyordu, hemen… Komutlarla sınırlanmış tiktak bir sistem, belirlenen koşullar dahilinde rahat ve duygusuz.
O yılın sonlarına doğru hayatıma bir kadın girdi. Didem. Çalıştığım yerde tanışmıştık. Onu ilk gördüğüm zaman hiç bir şey hissetmedim. Zaman durmadı, yüzüm gülümsemedi.Her gün çalıştığım yere geliyor, sipariş verirken beni masada biraz daha tutup konu açmaya çalışıyordu, iletişim kurmak ister gibi bir hali vardı. Bana ilgisi var diye düşünüp cafe dışında bir yerde buluşmayı teklif ettim. Olur dedi. Bir Cuma akşamı güzel bir bara davet ettim. Saatlerce sohbet ettik, bolca bira tükettik. Ertesi gün milli maçı izlemek için eve davet ettim. Gelmesiyle ilişkimiz başlamış oldu.
Didem’e karşı hiçbir zaman sevgi hissetmedim. Onun hayatımda olmasının sayısız faydası vardı. Sevgilim kisvesi altında birinin yanımda yer alması toplum baskısına göğüs germe açısından – benim yaşımdaysanız ve hayatınızda biri yoksa aileniz, arkadaşlarınız, komşularınız, neredeyse sizinle iletişim kuran herkes, evlenmenin ne kadar doğru ve gerekli olduğuna dair, size hiç söz hakkı vermeksizin, bitmeyecekmiş gibi gelen nutuklar atarlar- gerekliydi. Elbette cinsel anlamda belirli bir konfor sağlıyordu ve can sıkıntısını geçirmek için iyi bir öğeydi. Akşam yemeklerini yalnız yemeyi tercih ederim ama akşam yemeklerini her zaman yalnız yemeyi tercih etmem.
İkinci ayda beni sevdiğini söyledi, maskemi takıp“ben de” dedim. Mutluydu. Bana taşınmıştı, birlikte yaşıyorduk. Mekanik bir düzen içinde hayatıma devam ediyordum.O hep anlatıyordu. Ben dinliyordum. O anlatmayı bitiremiyordu.
Sanırım aynı ay içinde bana daha önce evlendiğinden bahsetti. Babası başka biriyle evlenmesini istiyormuş, o da bir arkadaşından yardım istemiş, beraber başka bir şehre gitmişler, arkadaşı kurtulmanın tek yolunun onunla göstermelik bir nikah kıymaları olduğuna inandırmış. Didem de bunu kabul etmiş. Nikah gecesi arkadaşı -yasal bir şekilde- tecavüz etmiş. Didem kaçmış, baba evine dönüp boşanma davası açmış. Mahkeme tek celsede boşanmalarına karar vermiş. Adam tüm olanlara rağmen  Didem’den mahkeme huzurunda nafaka talep edecek kadar yüzsüzmüş, Didem’in elinde ne varsa almış. Didem’le olan ilişkimizin 8. Ayında ben bunların çoğunun yalan olduğunu, en basit haliyle Didem’in ailesini karşısına alarak, bilerek, isteyerek o adamla evlendiğini, sonraları yürütemeyince geri döndüğünü, bizzat Didem’in kardeşinden öğrenecektim.
İlişkimizde bir çeyrek asırı devirmiştik ki Didem kötü bir haberle çıkageldi. Hastanede yapılan testlerin kesin sonucu gelmişti. Cilt kanseriydi. Gözleri şişene kadar ağladı. Bana kanserin yayılmasını önlemek için alınacak önlemlerden bahsetti. Bağışıklık sistemini güçlendirecek bir tedavi süreci başlayacaktı. O anda o evden çıkmak ve bir daha dönmemek istedim. Ama yapmadım. Ona “destek oluyorum” oyununu oynamam gerekliydi.  Raporları istedim, doktor arkadaşıma gösterecektim. Vermedi,onun iyiliği için olduğunu ifade ederrek ısrar edince “yalancı mıyım yani ben” gibi anlam ifade etmeyen karşı argümanlarla çenemi kapatmamı sağladı. Arada bir hastaneye gidiyordu. Raslantısal olarak o günler de hep benim tüm gün çalıştığım zamanlara denk geliyordu. Bir de sınavlarına girmek için yine benzer günlerde okuluna giderdi…
İkinci çeyrek yıl sonunda sağlık durumu stabil hale gelmişti. Hayat enerjisini yeniden kazandı. Sevdiğim yemekleri pişiriyordu. Hadi şuraya gidelim hadi buraya derken beni oradan oaraya sürüklüyordu. Bu arada hayatımızda kayda değer değişiklikler oluyordu. En yakın arkadaşlarımdan biri Sercan, Didem’in kardeşi ile çıkmaya başlamıştı. Sercan bana bu fikrini söylediğinde, ona resmen yalvardım, bu işin sonu felaket, yapma dedim.  Didem’in hayatımdan uzaklaşmasını istedikçe başkaları onu içeri içeri itiyorlardı. Annem ne zaman tanışacağız diye soruyordu, Didem’in kardeşleri evlilik içeren zarflar atıyorlardı. Sıkılmıştım. Artık Didem’le pek de takılmak istemiyordum.
Sekizinci ayda Didem yeni bir ev tuttu, kendi evine taşındı. Ben de rahat bir nefes aldım, araya biraz mesafe koymayı başardım.
Onuncu ayda ona karşı artık iyiden iyiye soğuklaşmıştım. Severmişgibiyapansevgili rolü gereksiz bir yük gşbş gelmeye başlamıştı. Didem de elbette bir şeylerin ters gittiğini fark etti. Bir gece boyunca “Hayatta senden başka hiçbir şey istemiyorum, her şey gitsin hayatımdan, bir sen kal”diyerek ağladı. Hayatımın en boktan gecelerinden biriydi. Ben hala ona karşı bir sevgi kırıntısı dahi hissetmiyordum. Bu da işleri kolaylatırmaktan çok zorlaştırıyordu.
Birkaç gün sonra ayrılmak istediğimi söyledim. Hıçkırıklara boğularak ağladı.
Bir haftaya yakın uzak kaldık. O sürede tüm sosyal çevreme baskı ve duygu sömürüsü yaptı. Hepsine karşı sessiz kaldım. Sonra kapıma dayandı, ağlayarak yalvardı. Peki dedim –neden ahala anlamıyorum- bir daha deneyelim. Böylece final ayımız başlamıştı.
Yaşamım hiç oynamak istemediğim bir oyuncağa dönüşüyordu. 
Bir gün oturup Sercan’la kahve içtik. Sercan sevgilisinden, benim sözümona baldızımdan ayrılmıştı. Didem’in tüm yalanlarını bir bir sıraladı, ona da eski kız arkadaşı ayrıntılarıyla anlatmıştı, şüpheye yer bırakmayacak şekilde görülüyordu, Didem benzer yalanları ilk kez söylemiyordu.En basit şekliyle söylediği her şey, yasal tecavüz, hastalık, öğrencilik, hepsi yalandı. Bu yalanları görmeyecek kadar aptal değildim. İlk başlarda her birine ayrı ayrı inanmıştım.. Fakat, bir tek kanserin gerçek olması ihtimalinden çok çekiniyordum. İnsan böyle bir yalanı neden söylesindi. Söylüyordu işte. Maskem gittikçe büyüyor ve ağırlaşıyordu.
Final ayının son gününde eski bir arkadaşımla rakı içiyorduk. Ona olanlardan bahsettiğim. Onu seviyor musun diye sordu. Gülümsedim. Önce bunu evet kabul etti. Sevginin ne kadar uzak olduğundan bahsettim.Koşarak ayrılmam gerektiğini söyledi bana. Bir gün bile kaybetme dedi. Mantıklı buldum.
Gece eve gittim. Kafam hafiften güzeldi fakat doğru düşünebiliyordum. Saat 2 gibi Didem aradı, o haftasonu ailesinin yanında başka bir şehirdeydi, ettiği tek bir kelime ile tabularımı yıkmama yol açtı. 
İçimde sevgiye dair bir hissiyat olmaması kalpsiz olduğum anlamına gelmez. Aslında gelebilir de, emin değilim, fakat önceki hayatımdan içimde kalan bir şey vardı. Sevgililer ve ayrılıklar dünyalarında, hiç kimse, davranışı ne olursa olsun, ne yapmış olursa olsun, telefonda ayrılmayı hak etmezdi. Bu tabuyu yıkmamı Didem sağladı. Ona telefonda tüm yalanlarını bildiğimi, bana bunları yapmaya hiç hakkı olmadığını anlattım. Onu hiçbir zaman sevmediğimi söyledim. Ağladı…İlk kez dürüstçe ve açıkça konuştuğumu söyledim. Ağladı. İlişkimizdeki tek suçlunun, ve hatta dünyadaki en büyük suçlulunun kendisi olduğunu söyledim. Çok ağladı. Telefonu yüzüne kapattım ve bir suçluluk kırıntısı bile hissetmeksizin uyudum. 
İki gün sonra beni aradı. Ayrıldıysak düşman değiliz ya der gibi bir şaka yaptı, telefonda uzun bir sessizlik oldu. “Neyse, yıl dönümümüze 20 gün vardı, ben de sana bir saat almıştım, buluşalım mı postayla mı göndereyim?” diye sordu. Ben de ona bunun çok ince bir davranış olduğunu ve saati aldığı yere iade etmesini söyledim. “Görüşürüz” ile konuşma bitti, bu ondan duyduğum son kelimeydi.
Didem hayatıma bir daha hiç girmedi. 
Hayatıma kaldığım yerden devam ettim.
Didem döneminin bitişinden iki yıl sonra, yani geçen sene, Sercan’la yürüyüş yapıyorduk. Bir kafenin önünden geçerken içeride Didem’i gördüm. Sercan’a döndüm, cevap beklemeksizin Didem ne yapar acaba diye sordum.  “Evlendi, çocuğu var” dedi. Geriye dönük bir hesaplama yaptım. Ayrılalı 25 ay olmuştu. Çocuğu 2 aylık olsa, 23 ay kalır. 9 ay hamilelik dönemi; elde var 14 ay. On dört ay içinde benden ayrılmış, başkası ile tanışmış, evlenmiş ve çocuk yapmış. Ağlayan oydu, duygusuz olan ben. Duygulara bakarak insanlar anlaşılmıyor. Sevmek ya da nefret etmek geçici birer hastalık. İnsan beyninde oluşan işlevsizlik halleri ve ne yazık ki, insanlar, bu işlevsizliğe kendilerini adıyorlar, peşinden koşuyorlar, iyileşebileceklerini, bunun geçici bir durum olduğunu bildikleri ama itiraf edemekdikleri halde.
Didem’den sonra da hayatımda hiçbir şey değişmedi. Maskelerimin saysısı azaldı. Sıradan, tekdüze, mekanik hayatıma devam ediyordum ki, bundan tam 2 hafta önce, bir kadınla tanıştım. Anlık olarak ona karşı bir şeyler hissettiğimi söylersem sanırım yalan söylemiş olmam. Bu  tekil anların sayısı kahve, çay, sinema eşliğinde artmaya başladı, onları sebebsiz bir şekilde durdurmak istemedim. Onu ilk gördüğümde zaman durdu, nabzım arttı, kan akışım –biyolojik olarak- kalbimi patlayacak noktaya getirdi. “Too good to be truth-Gerçek olamayacak kadar iyi”. Tam şu anda karar noktasındayım, eğer kendimi bırakırsam, onu sevebilirim, aşık olabilir, ömrümün geri kalanını ona adayabilirim. Ve pek tabi,doğal olarak,tehlikeli bir biçimde,bu, beni, yıllardır inşa ettiğim duygusuz dünyanın dışına çıkarır; ördüğüm duvarlar yıkılır. Açıkçası bir daha o duvarları inşa edebileceğimi de sanmıyorum. Yeniden güçsüz, manüplasyona açık, acınası bir insana dönüşebilirim.
Şimdi, lütfen bana yardım edin, kendinize ve bana karşı dürüst olun.
Siz olsanız…duvarları… ne yapardınız?



ev-rak

Hayır hanımefendi, ne rahatsızlığı, aksine mutlu oldum dahi diyebilirim. Sanmıyorum, pek hata olmaz burada. Evet, söylediğiniz gibi, sizin evrakınız benimkilerin arasında yer almış.
Katılıyorum biraz şaşırtıcı. Müsaade edin belirteyim; aslında bu belgeleri görene kadar kadere inanmazdım. Başka birinin geleceğimi bilebileceği, dahası müdahale edebileceği ve benim sadece planlananı yaşayacağım fikrine tahammül edemiyordum.
Bu başkası, ilahi bir güç... Neyse hepsi geride kaldı,bakınız, işte hepsi burada, daha doğumumla birlikte başlıyor evraklar ve yine bakınız ilkokul diplomam. Hayal kırıklığı belgesi, sevinç tutanakları vs..Kalın bir dosya, sanırım, fakat nasıl bilebilirim, başkalarının dosyalarını göstermezler efendim. Tüm ayrıntıları ile tastamam, bakınız. Evet efendim işte sizin evrakınız burada, benim belgelerimin arasına yerleştirilmiş, tarihi de not düşülmüş.
Hata var herhalde diyerek yetkili makamlara başvurdum. Olmaz öyle şey dediler.Şimdi nasıl olacak bilmiyorum, ne yalan söyleyeyim biraz hoşuma da gitti.İnanın efendim, burada olduğuna göre, siz benim kaderimsiniz.

Giverse-Cayvörs diye okunur, biçimsizce yazılır (:-

-Merhaba, Giverse’e hoşgeldiniz.
-Teşekkür ederim. Kendimi harika hissediyorum. Yıllardır aradığım huzuru burada buldum, yıllarca bunun için yaşamışım, beklediğim buymuş, ifade etmek mümkün değil, içim içime sığmıyor. Bu… Bu…Bu enfes, bu kusursuz…da… Burası… Neresi?
-Giverse. Nedeni belli olmamakla beraber, muhtemel bir hareketiniz, bir düşünceniz, bir hissiniz yüzünden buraya yönlendirildiniz. Burayı orijinal dünyanızdan farklı bir dünya, daha doğrusu farklı bir evren olarak düşünebilirsiniz. Giverse, Universe’in kesinlikle farklı ama çok daha iyi bir versiyonudur.
-Nasıl yani?
-Artık farklı bir boyuttasınız, önceki boyutunuzla, biz burada buna orjin evren diyoruz, hiçbir ilişkiniz kalmadı. Artık hayatınıza burada devam edecek, yeni bir.. Aslında size daha temel bilgileri vermeliyim. Buranın kendine ait kuralları vardır. Burada gece uyumanız, gündüz uyanık kalmanız gerekmez, böyle bir beklenti yoktur, beklenti olmadığından bir gereklilik oluşmadığını da söyleyebiliriz. Yemek saati yoktur, öğün kavramı yoktur. İnsani ihtiyaçlarınız dışında hiçbir ihtiyacınız yoktur. Kıyafetlerinize dikkat etmeniz beklenmez, lekeli veya ütüsüz olması önemsizdir. Saçlarınızın durumu kimseyi ilgilendirmez. Görünüşünüz, davranışınız, düşünceniz yalnızca sizi ilgilendirir. Kimseyle iletişime geçmeniz beklenmez. Elbette siz isterseniz, yalnızca siz isterseniz, yapabilirsiniz. Para, alacak, verecek, takas, borç, ödünç, çalma, aşırma, kiralama, zapt etme, fethetme, istila, ganimet, esaret, ceza, ödül  yoktur. Burada sonsuz derecede özgürlük vardır. Sınırlar yoktur. Sorumluluk gibi sizi baskı altında bırakacak, zorunluluk gibi ruhunuzu sıkıştıracak kavramlar burada bulunmaz. Burası, kendiniz olabildiğiniz yerdir.Kendinizin de biraz farklı olması sanırım normal karşılanacaktır. Ayrıca, normal kavramı da burada orijinal dünyanızdan farklı anlamlar ve düzlemlerde kullanılır.
-Anlayamadım.
-Endişelenmenize gerek yok. Somut şeylerle ifade edeyim. Burada, fizik yasaları ile belirlenen kavramlar yoktur. Bu kavramların eksikliğinden ötürü, orjin evreninizdeki normal diyeceğiniz herhangi bir şey, burada normal değildir. Çünkü normal artık normal değildir.Kuvvet, basınç, eylemsizlik, yerçekimi, kütlesel çekim bunların hepsini unutabilirsiniz. Aklınızda kalması gereken tek şey Gizçekim olmalıdır.
-Gizçekim mi?
-Evet. Bu evrenin merkezinde gizem bulunur. Buradaki tüm canlılar evrenin çeperlerinden içe doğru, Gizçekim sayesinde, helezonik bir rota üzerinde hareket ederler. Siz de bu yolculuğa çıkacak, yaşamınızın sonuna kadar ilerleyeceksiniz. Çeperden merkeze gidiş minimum yüz elli, maksimim üç yüz yıl sürer.  
-Sanırım burada yıl kavramı da farklı.
-Hayır, zamansal her şey orjin evreninizle aynıdır.
-Burada insan ömrü ne kadar?
-Orjin evreniniz ile aynı, nadir örneklerde görülmüş en uzun süre 130 yıl.
-Ama o zaman kimse Gizem’e ulaşamaz.
-Doğru. Enteresan, hızınız, ilgi çekici… Kesinlikle. İleride bunu daha iyi anlayacaksınız. Burada gerçek ve değerli olan hedefe ulaşmak değil, hedefe doğru yapılan yolculuktur. Bu yolculuk sizin yeni benliğinizin oluşmasına yardım edecektir.
-Peki. Yolculuğu bırakmak istersem, ya dönmek istersem?
-Burada yolculuk bırakılamaz ve  akış yalnızca ileriye doğrudur. Şu kapıdan geçtikten hemen sonra tüm söylediklerimi çok daha iyi anlayacaksınız. Aklınızdaki tüm düşüncelerden hızlı bir şekilde kurtulacaksınız. Zihniniz ve ruhunuz aydınlanacak. Bir parça rahatlamaya çalışın.Kapıdan sonra her şey değişecek.Eskisi gibi olmayacak ama sizi temin ederim, çok güzel olacak.
Sanırım artık hazırsınız. Bu yönde 3 dakikalık bir yürüyüş yolu var. Nefesiniz düzeldikten sonra kapıya doğru gidebilirsiniz.


Gitti.Dönmedi.

Bir gizemin peşinde


#tributestart#
Ayrı kalmak hakkında ne düşünürsünüz bilmem ama uzaklığın mutsuzlukla bir ilgisi olmalı.
#tributeend#

Bir gizemin peşindeyim, bir gizin, gizimin, bir gizemin. Herhangi bir gizemin değil, o gizemin, uzaktaki bir gizemin.
İnsanın hayatının kadınını bulması kaç sene sürer? Peki karşısındaki kadının o kadın olduğunu anlaması kaç dakika?
Formüller Selim, formüller, ezberci sisteme alıştırdılar bizi, her türlü soruyu çözmek için hemen bir formüle gidiyor elimiz. Hocam pardon, HKOA süresi formülünü vermemişsiniz. Bu sınavda bundan sorumlu olmamamız gerekir!

#clichestart#
6 milyar insanın yaşadığı dünyada hayatının kadınına rastlama olmasılığın kaç ki? Kocaman okyanusta sadece bir balık var ve sen onu arıyorsun.
#clicheend#

Başka bir yerden bakalım. Olduğumuz yeri bırakalım, birkaç adım yana kayalım ve konuya oradan bakalım. Birkaç adım yetmez, birkaç boyut yana kayalım. Hani bir adam olsa ve bu dünyadaki her şeyi biliyor olsa, geçmişimi, geleceğimi, ruhumu, karakterimi bilse ve dese ki “o senin hayatının kadını” işte o zaman ne yapardın? Ne kadar mücadele ederdin, ne kadar uğraşırdın?  Ya bu gizemin, o olma ihtimali varsa? O zaman bu ihtimalin peşinden ne kadar koşardın? Bayım,o sizin risk iştahınıza bağlı, ne kadar risk alacak gücünüz var, ne kadar riski kaldırabiliyorsunuz? Bu aralar iştahsızım, gücüm yok, kaldıramıyorum bazı şeyleri artık bayım.
Tanrı gezegenleri aynı hizaya getirdi, ben tanrıları aynı hizaya. İşte tam o anda, bir bakış, bir gülüş, sıcak bir an… elimizdekilerin hepsi bu.
Bilmiyorum selim neden, ben bu gizemin peşine düştüm, daha doğrusu, eğrisi doğrusuna denk geldi selim, önce gizem benim aklıma düştü, sonra ben aklıma düşenin peşine düştüm. Şimdi, ben, aklım ve gizem birbirinin peşinde, bu denklem fazla bilinmeyeni kaldıramaz selim.
Evreni avuçlarının içinde tutan, parmaklarının arasından zamanlar akan, gücün ve kuvvetin zirvesinde, sonsuz özgür, yalnızca kendine tutsak yüce akıl, biraz yanımda yer alsan? Gönder bir işaret, istanbuldan hataya ipekten halılar serelim, geçtiğimiz şehirlerde bayram ilan edelim, buralardan deli bir tellal geçti desinler, haykırdığı hep sevgi hep güzellik desinler, siz onu gördünüz diye birbirlerine sorsunlar, sorduktan hemen sonra gülümsesinler…
Nasıl ilerlenir, bilmiyorum ki. Hadi şimdi atladın gittin. Oradasın, bir şekilde karşılaştın, konuştun, bir daha gülümsedi, sen daha da boka battın. Ya o anda dünyaları başına yıkarsa? Elinde kuru bir sktr kalırsa? Bir kez daha, dünyaların başına yıkılmasına, hazır mısın? Değilim Selim. Korkuyorum selim, bu korku akımından bir cesaret daha çıkmıyor, hadi bir gayret teması masaya düşmüyor, aklım beni atılmaya itmiyor Selim.
Ya yanıldıysak? Ne çıkar ki, ilk kez yanılmadık, son kez de yanılmayız. (Korku akımından cesaret çıkarmaya çalışırken kafa gitti) En son yanılmamızdan bu yana kaç zaman geçti? Yanılmadan sonra geçen zamanın ölçüsü yıllar veya aylar değil.. ne olur, bir kez daha yanılırız. Sonra koyulur yollara, yeniden ararız. Ver elini, biz daha güzel bakalım, ya yanılmadıysak?
Bilmiyorum selim, benim içimde gizemin o kadın olduğuna dair bir inanç var. Benim için en büyük gizem,
İşte selim, ben bu gizemin peşindeyim.

Arkadaşlar tavlada düşeş atmayı ve de bir kadın için planlar yapmayı yasakladılar. Artık ne ondan, ne de bundan keyif alamıyoruz.

bttk

biz bittik bayım. çok kez değil, bir kere bittik. bittikten sonra kendimize gelmedik. cokbittikamaherseferindeyenidenayagakalktikların safında yer alamadık bayım.  geçemedik o dersi. dinlemememiştik hocayı, “bunlar gerçek hayatta ne işimize yarayacak” diyecek kadar şuurlu ve şuursuz, özgüvenli veya sözgüvenli de değildik, biz hep, sadece, haylazlık hınzırlık peşindeydik.

biz bir bittik bayım, tam da bittiğimiz yerde kaldık.

#hazırsanızbaşlayalım

#hazırsanızbaşlayalım

Merhaba,
Nasılsınız, iyisiniz. Ben de iyiyim teşekkür ederim.
Kimsiniz? “Kimse.”
Farkındaysanız bir maske takıyorum ve daha önce bir filmde dendiği gibi…“I’m merely remarking upon the paradox of asking a masked man who he is.”  
Ne istiyorsunuz? “Bunu açıklamak uzun sürecek.”
Kusura bakmayın rahatsız ediyorum sizi, ancak beni dinlediğiniz takdirde bunun boşa bir çaba olmadığını –umut ediyorum- anlayacaksınız. Beni size getiren, çaresizlik… Çaresizliğin zor kısmı onunla yüzleşmektir. Sonrası göreli daha kolay.
Size yalnızca bir soru soracağım.Sorunun doğası gereği, cevabın ne olduğundan çok, cevabın doğruluğu önemli. Size güveniyorum, daha doğrusu, güvenmek istiyorum. Hakkınızca epeyce okudum, hayır şöyle demeliyim: yazdığınız her şeyi okudum. Ne yalan söyleyeyim, Jacques Dutronc adını ilk kez sizden duydum, ve affınıza sığınarak söylüyorum, fena derecede ağzıma sıçtı. Birkaç zamandır aklımdan çıkmayan bir söze dönüştü. Zihnimin içinde oradan buraya savruluyor. Sanırım size bunun için bir teşekkür borçluyum.
Peki siz neden bana güveneceksiniz? İzin verin bundan sonraki bilmem kaç satırı bunun için sarf edeyim. Lütfen, söylediklerimde zerre kadar yalan olmadığına inanın.
Bakın, oldukça düzgün bir insanım. Bunu iddia etmiyor, biliyorum. Doğruluk benim için en büyük değerdir. Bunun yanısıra etik değerler ve saygı olmazsa olmazlarım. Yani sizi temin ederim ki, ne size, ne de başkasına karşı bu çerçeve dışında hiç bir eylemim olmayacak.
Ülke ortalamalarına bakarsanız kültürlü biri sayılırım. Çok okurum, çok gezerim, çok izlerim, çok yazarım. Saygın bir işim var, beni seven dostlarım ve harika bir ailem var. Hayallerim, amaçlarım, inançlarım var. Hayatımı anlamlı hale getirecek çok fazla şey var. (Yalnızca bir tek şey eksik ve ben tam da onun için buradayım.)
Hayatta her şeyin bir sebep için olduğuna inananlardanım. “omnia causa fiunt”. Beni size sebepler getirdi.
Kısa bir ara verelim. Kusursuz bir paradoksa yol açtığımın farkındayım. İlk cümlemi “zerre kadar yalan yok” eğer doğru kabul ederseniz, ondan sonra söylediğim her şeyin de doğru olduğunu kabul etmeniz gerekir… ki bu benim beklentim. Eğer ilk cümlemi yanlış kabul ederseniz, geri kalan hiçbir şeyi kabul etmemeniz gerekir, ki bu da beni yok etmeniz anlamına gelir… Yeterince adil. Tamamen doğru veya tamamen yanlış. Seçim sizin, siz hangisini seçtiniz?
Elbette, tüm bu açıklamaların bir açık noktası var. Madem bu kadar doğru bir insansınız, neden maske takıyorsunuz? Ne harika bir soru. Açıklamaya çalışayım. Soracağım soru, başka biriyle ilgili. Ben onun, umuduyum, dileğiyim, beklediği, özlediğiyim. Ona gitmek istiyorum. Bunun için tek bir şansım olacak ve ben o şansı elde edene kadar, kimliğimi belli etmemeliyim. Takdir edersiniz ki, sizinle konuşarak hayli risk alıyorum. Bilirsiniz, yakın arkadaşların, daha çok kadınların, birbirlerine her şeyi anlattıkları, çok yaygın bir kanıdır. Bu durumda, size gerçek kimliğimle konuştuğum durumda, aldığım risk kaldırabileceğimden büyük olacaktır. Çünkü, ben onun, benimle ilgili herhangi bir önden yargıya sahip olmasını istemiyorum. Kimliğin gizli kalması bana mutlak bir hak veriyor, reddedebilmek.. elimde daha azı veya daha fazlası yok. Umarım, bu yazdıklarımın tümü aramızda kalır..
Bir  nokta daha kafanızı karıştıracak, buna eminim.. hadi diyelim ki her şey doğru, her şey gerçek, neden onunla konuşmuyorsunuz? Birkaç sebebi var. i) Belki en önemlisi, ona bir maskeyle gidemem. ii) 21. yüzyıl kadınının en büyük problemlerinden biri, sosyal medya hesapları üzerinden onları rahatsız eden, onlara flörtöz mesajlar atan,söylediklerinin hiç birinde samimi olmayan, çoğu zaman kafasına göre yarattığı kimliğin altına sığınan ve hatta bu kimliğe kendini fazla kaptırıp gerçek kimliğini kaybeden, amaçsız, umarsız, yalanlarla ortak,yaptıklarını huy haline getirmiş, aynı anda bir çok kadına yakınlaşmaya çalışıp, hepsinden bir şeyler uman… ne yazık ki.. hemcinslerim (bu tanıma kısaca hems diyelim)  . Onlardan biri, bir hems, olamam. Pekala, tüm bu amansız gerçeklik karşısında, karşı cins.. onlara ne oldu? Olan şu, herkese mesafeliler artık, tanımadıklarına karşı bir duvar ördüler. O duvarı aşacak cesareti bulup onlara mesaj attığınızda, potansiyel olarak, ne kadar düzgün ve iyi bir insan olursanız olun, evet potansiyel olarak, siz de bir hemssiniz. Ben bu deryanın içinde kaybolamam.iii) Onunla konuşmak için sadece bir şansım olacak. Bu şansı iyi kullanmalıyım, bunun için de bazı bilgilere ihtiyacım var, elbette bir de maskeye.
Olmuyor, yazmakla olmuyor, keşke tüm yüreğimi açabilseydim size, kelimeler, kelimeler yetmiyor…
İşler yolunda gitmezse, kim olduğumu hiçbir zaman bilmeyeceksiniz. Eğer şanslıysanız, ya da düzelteyim, ben –bir gün sizinle yüzyüze tanışacak kadar- şanslı biriysem, size “o bendim” diyeceğim.
Unutmadan, maskemi tehdit etmediği sürece, istediğiniz her soruyu sorabilirsiniz. Elimden geldiğince cevaplamaya çalışırım..
Tekrar, rahatsızlık verdiysem, affınıza sığınıyorum,
Yakın arkadaşınız.. yalnız mı?

#hazırsanızbitirelim




İnsan, yaşı belirli sayıya ulaşıp ruhu yeteri olgunluğa erişmediğinde, mutluluğun omzuna basarak yükseleceği yanılgısına kapılır.
Mutluluğun üzerine basıp bir üst seviyeye çıkmayı umarken, kendisinin sabit kaldığını, mutluluğu ise aşağıya doğru ittiğini fark etmeyecek kadar kördür.

Körlük geçici, aradaki mesafe kalıcıdır.