Bulutların üstünde, filmin gölgesinde


SOL= sol-o alivio

(kitabımı bırakıp bunları yazdığım için kendime kızgınım).

Mis gibi kafam karışık, midem bulanıyor, içim kararmış halde ve kelimelerim sessiz sakin duramıyor (yazarların da kafası karışık olabilir diye kandırıyorsun kendini, yapma ama, dürüst ol kendine.)

Marcus’la konuştuk uzun uzun. Ne anlatsam aklım filme gidiyor. Matrix de matrix. 1-2-3-3-2-1. Her şey ama her şey ona benziyor. Hangi kısımları neresine benziyor? (Genelde buradalarda “bilmem” yazıyorum. Bilmem yazdığım çoğu zaman cevabı biliyorum.) Bilmem. Parça parça birçok yeri, hepsi ve hiçbir yeri.

Filmleri severiz.( Soru sormadan yazmayı mı öğreniyorum, ne? yazar soru sormaz, okuyucuya sordurtur. Çok biliyorsunuz. Sordurtur. Sordurtmak ne saçma kelime. Sordurt sordurt, absürt absürt) Birçok farklı sebeple severiz.   

-Gerçek hayata benzerler

-Gerçek hayat onlara benzer

-Gerçek hayatla ilgisi yoktur, olmak istediğimizle ilgisi vardır

-Gerçek hayatla ilgisi yoktur, olmak istemediğimizle ilgisi vardır

Hepsi ve hiçbiri. (Saçmalık, öyle şey mi olur, olur efendim olur, binbir türlü film var hepsini bir cümle ile nasıl tanımlayalım)

Bazen hayattan selvi boylum al yazmalım beklersin, olmadı çiçek abbas, hadi hepsini geçtim bir bubikoğlu filmi en azından... hayat bana matrix verir. Gönder gelsin. Önce filmi anla, sonra hayatı ya da tam tersi. Ben iki karakter yaşıyorum. Tıpkı thomas anderson gibi. Bir parçam aramakta, diğeri olduğu yerde; hareket edemez, akışa kapılır, su giderse gider, durursa kalır. Morpheus’u arıyorum sabahlara kadar. Bir amaçmış gibi, araç olacak olsa da filmin sonuna doğru, amaç şimdilik, daha saatler alacak anlamamız, belki anlamadan kaybolacağız. Sikerim öyle işi. Ben bir sefer küfretmiştim de, SOL şaşırmıştı hani, muhallebi çocuğu muyum ben, bozulmuştum, küfür yakışmaz bana ama en güzel ben küfrederim. Yerinde, nazik ve kırmadan küfrederim. İnsanlarla değil derdim, olaylarla, insanlara küfretsem de tepkim olaylara. (yalan). Film oldu hayatım, film. (Şarkı bari olsaydı be, şey mesela, ellerim kelepçede, tütünsüz, uykusuz kaldım, ya da sen kazamazsın kazılı kuyum, yok yok, en iyi bekle beni olurdu, bekle beni geleceğim, kim bekliyordu, kim kalıyordu, giden gidiyordu, kalan bekliyordu, bende bir resmin var yüzüme bakmıyor, çık artık şarkılardan, tamam). Hayatımın sevdiğim bir filme dönüşmesi, beklenenin aksine, beni mutlu etmiyor.( hani gerçek hayatla ilgisi yoktu. Var. Yok. Var. Hay lanet)

Marcus dedi ki karşında senden büyük bir oyuncu var.

Doğru. Ben oyunları seviyorum, oynamayı seviyorum, oyunu kurmayı seviyorum. Bugünlerde her yere bunu yazıyorum: bir tarafım hala çocuk. Oynamayı seven bir çocuk. Kazanmak umrumda değil, oyunu seviyorum.  Bu sefer SOL dedi ki:  benim kurallarım benim dünyam. (Ajan Smith dünyayı ele geçirdiğinde böyle demişti, Sol dünyayı ele geçirdi) Kim böyle bir şey diyebilir, güçlü olan, oyunu kuran, ipleri elinde tutan. İplerin bende olmamasından hoşlanmıyorum. İpleri geçtim, bari oynayabilsem, onu da yapamıyorum. SOL beni çaresiz bıraktı. Kızgınım. Kırgınım. O nasıl isterse öyle olacak. Sonunu o getirebilir ancak.

Giderken her güzel şeyin bir sonu var dedi. (Everything that has a beginning has an end – Başlangıcı olan her şeyin sonu da vardır) Sol dedi, Kahin dedi. Sonun iplerini de elinde tutuyor. Ne acı.

Neo ölmüştü bir kere. Son demişti. Son geldi. Sonra devam etti ayağa kalkıp. Her son bir başlangıçtır, aptalca bir yaklaşım. Son dediğinde bitmiyor ki. İçinde neler kalıyor, ne izler ne acılar, ne anılar, ne fikirler. Perde inince insanın içindekiler de buharlaşmıyor.  Kalanlar başlatmıyor. Başlatanlar aman vermiyor. Sorun başlatanda değil, sonlandıranda da... Sorun başlangıcımsı ile sonumsu arasında olanlarda. Keşke sihirli bir değneğim olsaydı. (Sihirli bir nesnem olsa değnek der miydim ona? İğrenç bir kelime)

Gidelim buralardan derdim ona. Nereye diye sorardı. Bilmem derdim. (o zaman gerçekten bilmezdim). Keşke gitseydik. Nereye? Bilmem. Fark etmez. Gidebilecek gibi olsak bile yeterdi. SOL tam bir Trinity’di. Benimle beraber makineler şehrinin kalbine girerdi. ( Okuyucunun kafasını karıştırıyorsun. Karışsın. Bir daha okusun olmadı. Hep benim mi kafam karışık olacak, biraz da okuyucununki karışsın.)

Kahin ona kendini bil dedi.  Marcus’a bunu diyemedim, sanırım uzun süre ben kendimi bilemedim. SOL Morpheus oluyor, kendimi bilmeme yardımcı olacak olana beni götürüyor, SOL kahin oluyor, anlamamı sağlıyor, sonra SOL Smith oluyor. (Smith SOL olamaz, SOL iyilerden, benzetme bu, benzetme, olsun sen SOL’u ona benzetme) Her yeri SOL kaplıyor. Sağa baktım o, sola baktım o. Herkesi o sanıyorum ama kimse o değil. Marcus bir gün karşılaşacaksın diyor. Marcus yavaş yavaş kahin oluyor. (Çok karıştı herkes herkes oluyor. Evet. )

Şimdi metro istasyonunda sonsuza dek koşup hep aynı yerde kalan Neo gibiyim. ( Bir Neo oluyorum, bir Kahin, Tir trinity). Yolu trenci biliyor. Metroyu trenci işletiyor. Trenci hiç yardımcı olmuyor.

Zion kalemiz. Düştü düşecek. Sağlı sollu ataklar geliyor. Hayat benim içimden geçmeye çalışıyor. Marcus Mifune’a dönüyor, limanı kaybettik diyor, ben zaten kaybetmiştik diyorum. SOL nerede bilmiyorum ama tahminimce enerji hatlarının üzerinden gidiyor. Bir gün dönmesini bekliyoruz ve bizi kurtarmasını. Umut dostlarım umut, umut yaşatır, umutsuzluk süründürür. Zion düşecek, biliyoruz, umutsuz değiliz yine de, umutla umutsuzluk arasında yürüyoruz. Bir hedefimiz olmalı, böylece karşıya bakarak yürüyebilir ve dengemizi kaybetmeyiz. Hedefimiz yok, demek bir tarafa düşeceğiz, umuda ya da umutsuzluğa. (Okuyucu umuda düşersin inşallah diyor burada, der misin lan, oha okuyuca lan denir mi, denmez, denir, bin kere lan, on bin kere lan, dur okuyucunun önünde kavga etmeyelim şimdi, nerede edelim, ikiyüzlü olalım, diğer odada kavga edelim, okuyucunun yüzüne gülelim, pisiz biz, yazanlar, hep pisiz, onları kandırırız. Okuyucu aptal değil, kanmaz. Elbette. Sen okuyucuya yalakalık mı yapıyorsun? Evet. Bu kurallara aykırı. Kurallarınıza sıçayım. )

Hayatta riskler var. Bazıları alınması gereken riskler, bazıları alınmaması gereken. Alıyorum, sar ordan, en büyüğünden bir risk. Bedeli büyük, riskin bedeli büyük, fiyat etiketini gördün alacak mısın, aldım bile. Nasıl ödeyeceğim bilmiyorum. Daha filmin başında Neo alamadı riski, olaylar böyle gelişti, belki iyidir böylesi, bilemezsin, ya almasaydı riski, kim bilir nasıl olurdu, elbette kahin bilirdi ya da bilmezdi. Anlamıyoruz. Kahin diyor ki, seçimler. Senin seçimlerin diyor. Dinliyorum. Anlamaya çalışıyorum, anlamıyorum. Daha önceki matrixleri de anlamamıştık. 5 tane daha varmış eskiden. Bu altıncı. Kim dedi, mimar dedi. Benim hayatta Mimarı bulmam lazım. Acaba SOL Mimar mıdır? Değil. Mimar yenildi. Oyunu kuran yenilmezdi. Ben Mimarım belki. Yenildim. Kibirimle, kendimi beğenmişliğimle, şımarıklığımla, ben... mimar... memnun oldum. (uçuyorsun, evet, yeter biraz ayakların yere bassın, bugüne kadar bastı da ne oldu, dünyanın üstünde duruyoruz diye kendini ondan büyük mü sandın? Yeter artık acı çekiyoruz burada. Yetti be yetti.)

Trinity ilk ve son kez güneşi bulutların üzerindeyken görmüştü. (sol’un ispalyolcada güneş demek olduğunu anlatmalısın. Aman bana ne)

Film bitti sandık. Üçüncüden sonra. Yılsonunda dördüncüsü geliyor.Bu tanrının bize bitti sandığınız şeyler bitmemiş olabilir deyişidir. Bitmemiş olabilir. İnansan da inanmasan da.

Belki, bir kaşık, var.

 

Ruhum, umutlarım, karanlığım ve çoraplarım

 

İnsanlar çocuksu problemlerini yaşatıp büyütmeye çalışırken ben cılız ümitlerimin ölmemesi için mücadele veriyorum. Türlü türlü vitaminler, besin değeri yüksek gıdalar ve ferah içecekler ile besliyorum onları. Yaşam belirtisi var fakat uzun bir ömür vaad etmiyorlar. Neden böyle anlamıyorum, belki  erken doğdular, belki hiç olgunlaşamadılar ya da en başında yokluğun sınırına komşu oldular. Lanet olsun yokluğa komşu olmaya.

Ümitlerin ruhumuza iliştirildiğine inananlara ağız dolusu siktir git diyorum.

Solgun bir coğrafyadır ruhum. Hiçbir haritada yeşile ya da maviye boyanmaz. Yarası beresi yoktur, satmaya kalksan sorun çıkarmaz. Eskimiştir bir parça, ruhsuz griliğe öykünür de kendini hiç orada bulamaz. Yanlışa meyilli, insana mesafeli, hür, hayalci ve kutsallıktan uzak, hayli.

Çok önceleri dünyanın en güzel yapzbozunu yapmıştım. Bir düşen melek çizimi. Son parçasını da sevdiğim kadına vermiştim, meleğin kalbine en yakın olanı. Gitti. Ben ona bir parçamı verdim o kendisine yeni bir tablo çizdi. Yıllardır evli şimdi. Üstelik giderken bana sen haklısın demişti. Lanet olsun -teselli etmesi beklenen ama bu teselliye bir adım bile yaklaşamayan- sen haklısın amortisine. Düşünmeden edemem, benim tablom olsaydı nasıl olurdu. Bakma bana sen. Çizdiği her tablonun köşesine bok çizen bir ressamım ben. Müzisyenim ben, yaptığı her bestenin yedinci notasını La yazmayı takıntı haline getirmiş bir müzisyen.

Ruhum, tatlıbitter ruhum, 1956 yapımı 93 dakikalık bir filmin seksen dördüncü dakikasında uyuyakalmıştır.

Sahtekar, sahte kar hüznüyle kaplı ruhum bu günlerde. En çok çalışması günlerdeymiş de kar tatili yüzünden evde hapsedilmiş gibi. Dışarı çıkmaya korkuyor, üşümekten korkuyor, düşmekten korkuyor. Düşünmekten nefret ediyor.

 

Çok kırılgan oldum son zamanlarda. Eskiden kaya gibi sertti ruhum, şimdi 7 milimetre cam gibi. Karanlıkta el yordamıyla ilerlemeye çalışıyor da dokunduğu her yer ıslak yosunla kaplanmış. Beni benden başka umursayan herkes canımı sıkıyor. Üstelik bunu ben onları umursadığım için beni suçlu hissettirmeye çalışarak yapıyorlar.

Umursadığım herkese ağız dolusu küfürler ediyorum.

Rafine zevklerim artık zevk vermiyor bana. Yenisini edinmekte de zorlanıyorum. Haliyle rafine etmesi, kalabalık zevkler dünyasından damıtılması yıllar sürüyor. Bu haliyle bakarsak, son kullanma tarihi geçmiş alışkanlıklar, davranışlar ve tutumlar açısından boş bir çöp kutusundan ibaretim. Üzerime çöpe atılan çöp kutularının şaşkınlığı çöküyor.

Ovalara ihtiyacım var.

Zihnimin dizleri ağrımadan yürümesi için dümdüz ovalara. Dağlardan, tepelerden, patikalardan, stabilize yollardan, arnavut kaldırımlarından, asfaltlardan, rampalardan, virajlardan yorgun düşen ruhumun ovalara, ovaların içinde olmaya, yeşilliklerin ve çiçeklerin içinde dolaşmaya ihtiyacı var.

Çocukken dizlerinin kanamasını gururla anlatan adamcıklara aptalsınız diyorum.

İçimizdeki karanlık gözümüze ışık tutunca aydınlanmıyor. Düz mantığı keşfeden adamla bir anatomi dehası oturup tartışmalılar bence. Ruhuma bari penceler açın diyorum, yola bakan cephe en azından camla kaplansın diyorum, yetkililer gerekli koşulların sağlanamadığını söylüyorlar, kat sınırı diyorlar, diyafram açıklığı diyorlar, küresel ısınma diyorlar, ruhumun sınıra ermesine, açılmasına, ısınmasına izin vermiyorlar. Bir de gidip iç mimarla konuşacağız, belki o boşlukların etkin kullanımına bir çözüm bulur.

 

Son günlerde çoraplarımı aynı giymiyorum. Aynı tipte iki farklı çorabın birer tekini geçiriyorum ayaklarıma. Sola kırmızı şeritli, sağa kırmızı şeritli mesela. Bu, belki, benim ve bilinçaltımın, bir başkaldırı şekli. Zaten büyük başkaldırılar ayak takımından çıkıyormuş, ezilen ayaklar başa geçiyormuş, peşine balıklar baştan kokuyor, kokular tüm şehri sarıyor, sarılar turuncuya, turuncular kırmızıya çalıyormuş. Kırmızıdan sıkılan yeni ayaklar yeniden...

Yalnız kalmaya ihtiyacım var biliyorum. Dünyanın en yalnız insanı dünyanın en korkak insanıdır. Hayalkırıklıklarının ardına saklanan bir korkak. Hayalkırıklığım çok, benim korkmaya ihtiyacım var.

Adamın bir çakıltaşlarından bir ev yapmaya karar vermiş. Taşları tutturmak için o kadar çok tutkal kullanmış ki sonunda tutkaldan bir ev olmuş. Güzel bir hayat inşaa etmeye çalışırken o kadar çok kötülük kullanıyoruz ki...

 

Kıskanma hissini aşağılarken yıllardır, insanları kıskandığımı fark ettim. İyi yazarları, sesi güzel şarkıcıları, mutlu olanları, hayata geç kalmayanları, üniversite arkadaşımı, içinden geldiği gibi yaşayanları, dışında mutluluk- içinde hüzün taşıyanları, taşınanları, olduğu yerde çakılı kalanları, içi seni dışı beni yakanları,  dünyadaki adaletsizliği kafaya takanları, topluma kafaya takmayanları, kafayı merdiven boşluğundaki -anlamsız- alçak duvara çarpmayalanları, kendilerini, düşlerini, hislerini, iyiliklerini, pisliklerini ve tutkularını, tutkularına dahi tutkuyla bağlanmalarını kıskanıyorum. Kendimize karşı dürüst olduğumuzda hiç bir şey değişmiyor. Dünya dürüst olunca daha güzel bir yer olmuyor.

 

Bu günlerde çokça umutsuzluğa kapıldım.

İyisi mi koşayım kendime bir umut kahvesi yapayım.

 

 

 

 

 

katladı


Yalnızlığın soğuk, olanları uzaktan izleyen, gri ve devasa bir bina olması gerekiyordu. Önünden herkes geçer, kimse dokunmaz, kapısına yaklaşmaz ama ondan uzak da duramazdı. Benimki, her nasılsa, yapışkan ve vıcık vıcıktı.
O gün hayatımın sonsuza kadar değişeceğini bilerek çıktım evden. Evden çıkmadan her günkü sözü verdim kendime, dışarı çıktığında daha iyi hissedeceksin.
Birkaç kilometre yürüdüm. Zihnimde kendimle, kızdığım herkesle ve Camus’yle bolca kavga ettim. Yolun kenarındaki kedileri, saldığı gazlarla beni boğmayı, karşıdan karşıya geçerken dikkatsiz olduğum için beni ezmeye çalışan arabaları, yağmuru ve dikkatsizce kullanılan şemsiyeleri önemsemedim.
Hiçbir özelliği olmayan bir kahveciye girdim. Dokuzuncu kahve onların hediyesiymiş. Kalan yediyi düşünmek için henüz erken. Biraz kitap okudum. Ben, canım sıkkın olduğunda kitap okurum. Sonra origami yapmaya koyuldum. Benim canım çok sıkıldığında origami yaparım. Bir origami turna yapmanız için kağıdı 38 kez katlamanız gerekir. Bunun için sizin sabırlı olmanız, kağıdın da size katlanması gerekir. 1, 2, 3, 4…38. Binlerce kez tekrarlanan 38.
Bir ses “bunu nasıl yapıyorsunuz?” dediğinde ilk kez kafamı kaldırdım.
Saçlarından ışıklar saçılmıyordu, gülümsemesi çekici değildi, topuklu ayakkabılar giymemişti. yine de ona bir sempati hissettim. Gözlerinden az görülen bir yalnızlık akıyordu.
Buyurun dedim, birlikte yapalım. Yanıma oturdu. Kırmızı, mavi, kahverengi, lacivert ve yeşil olanlardan kahverengiyi seçti. Ben maviyi aldım. Katlamaya başladık. Her adım, birbirimizi tanımak için yeni bir fırsattı. Soruyordu. Ben kimdim, ne iş yapardım, kahveyi nasıl içerdim, okur muydum, kızar mıydım? Üstünkörü cevaplar veriyor, ona beklediği “ya sen?” sorusunu hiç sormuyordum. Bazı katlama adımlarındaki beceriksizliği, benim soldan katlamalarımı sağdan yapması, kat izlerini parmağının ucuyla keskinleştirmesi, her hareketiyle gurur duyması, ortaya çıkan şekilden mutlu olması kendisini yeterince anlatıyordu bana. Daha çok kelime istiyordu benden. Vermiyor, almak istemiyor,  “sus artık, tanımamı engelliyorsun” diye bağırmak istiyordum.
Katlama adımlarını daha yavaş yapmaya başladım ve daha uzun vakit geçirmek için gayret gösterdim. İçten dışa ters katlamada yardım ettim, istemsizce eline dokundum. Gülümsedi. Yanlış katladı, küfretti.
Masaya iki turna bırakıldı. Biri mavi, biri kahverengi. Her ikisini de almak istedi. Olur dedim. Bana bir ejderha yapmayı da öğretmek ister misin dedi, kafamı salladım.
Çantasından kalem ve kağıt çıkardı.
Çantası olduğunu, büyükçe bir çantası olduğunu, parlayan zincirle sarılı tutacağı olan bir çantası olduğunu fark etmemiştim. Elindeki yanık izinin ise gözüm kapalı çizebilecek kadar farkındaydım. Beyaz, küçük kare bir kağıda rakamlar yazdı, yanına da bir kalp kondurdu, katlayarak masanın üzerine bıraktı.  Sessiz ve hissizce gidişini izledim.
Adını, saç rengini ve ses tonunu hatırlamıyordum. Kaçınılmaz, yapışkan, ağır ve ağdalı yalnızlığım kendini hatırlatıyordu.

bit

düşüncelerim bitlendi. 
bu phthirapteralar - çünkü düşüncelerime yapışan bu soylu asalaklar latince isimleriyle seslenilmeyi hak ediyorlar- o kadar çok sömürdüler ki, git gide eridi, iyice güçten düştü düşüncelerim. kafalar leydim kafalar, düşüncelerimin yerinde kalan çölden kaçmak istiyorlar. gittikleri yeri beğenseler de dönmeseler bari. 
ben küçükken bir zekeriya vardı. deli derlerdi. bir gün direkt ona sordum, zek neden dedim; kafada dedi, tahtalar varmış, benimkilerden biri eksikmiş dedi. büyüdük, tahtalar gitti, mental disorderlar geldi.
söylediklerine göre 1. zekeriya peygambermiş. onlarda da mental disorder oluyor mu? olmaz herhalde, peygamber sonuçta. bizim zek kaçıncı zekeriyaydı? zek tekti, benim hayranlık duyduğum tekti. büyüyünce ne olacaksın? zek. neden? çünkü o istediğini söyleyebiliyor. çünkü o özgür. biz değil miyiz? hayır, değilsiniz. olmaz. olur. bakın sizin özgürlüğünüz tam annenizin başladığı yerde bitiyor, sonra öğretmeniniz geliyor, komşunuz, eşiniz, kayınvalideniz, çocuğunuz.. toplum sizi bekliyor. suçlamıyor, yargılamıyor, kızmıyor, sevmiyor, yalnızca özgür olmadığınızı hissetmenizi sağlıyor. bulutlara dokunmak istiyorsunuz, 20 santimden fazla zıplayamıyorsunuz. üstüne olmuyor diyip bunu kabulleniyorsunuz, kısmet değilmiş. değil efendim değil, özgürlük sizin kısmetiniz değil. "bak hele bacaksıza neler de diyor" dediler. güldüler.
delilik özgür olmanın tek formudur dedim, güldüler. 
düzgünce düşünmeye çalışmak kendi hücreni inşa etmektir dedim, güldüler. 
etrafınıza örülen duvarları yıkmak için isyan etmelisiniz dedim, güldüler. 
madem başkalarınza söyleyemiyorsunuz, bari kendinizi kendinize ifade edin dedim, güldüler. 
hanım, alem bu çocuk. 
gidiyorlar leydim gidiyorlar, giderken bir el sallamayı bile fazla görüyorlar. yeşilçamdan fırlama bir haydarpaşa sahnesi yaşıyoruz. bindiğimiz trenin adı hiç değişmiyor. biz zaten milletçe orient express'e takılıp kaldık. avrupa'lı bizim düşüncelerimizi hep böyle tanıdı. 
hani biz büyüdükçe kafalar da büyümüş sayılacaktı? olgun birine yakışmaz böyle gitmek. aşkta, savaşta ve bitlenme halinde kaçmaz olgun olanlar. sanırım bizimki ergenliğine takılıp kaldı. olur olmaz kavgalar çıkarıyor, sonra benim en büyük kavgam kendimle diyor, her bir araya getirdiği üç-beş kelimeyi konuşma sanıyor, kırıyor, kırılıyor, kızıyor, isyan be isyan, israf be israf, insaf be insaf, insan be insan. isyana ve insana inanmıyorum ama bir güç var.


sevgilerle F.



Üçüncü bir hikayem yok. Aslında var ama bunu sonraya bırakalım. İşte size “Az Sonra”lar için büyük bir fırsat.
İnsan bazen sadece anlatmak ister. İçinde bir şey büyür de büyür, anlatmak istedikleri dünyaya yaklaşıp yaşamı yok edecek boyutta bir alev topuna dönüşür, bedeni terk etse daha da büyüyecek, dünyayla beraber tüm galaksiyi yok edecek gibidir, ama çıkamaz dışarı. Tam da bu durumda hepimiz birer Atlas’a dönüşüyoruz. Dünyayı sırtımıza almışız, taşıyabiliyoruz, yorulmuşuz, mecalimiz kalmamış, her an düşebiliriz, inatla haydi biraz daha, az kaldı diyoruz. Yapmamız gereken basit, yazılı veya sözlü olarak, huhnarca kelimeleri tüketerek, bir bireye doğru veya sonsuz boşluğun içine içine, güçlerini fark ederek ve bu gücü doğru kullanarak, sanki çok büyük bir rahatlama gelecekmiş de hayatımızda yeni bir sayfa açacakmışçasına, coşku ve heyecenla.. anlatmak.. İşte size “kendinizi ifade etmek” için büyük bir fırsat.
Birbirinden farklı bir çok hikaye anlatabilirim. Pandora’nın kutusundan, Lazarus’un dirişilinden, görelilik teorisinden, Amerika yerlilerinin neden Avrupalıları yenip kıtlarını savunamadıklarından, Yenikapı’ya neden Yenikapı dendiğinden bahsedebilirim.. bir çok kişinin en mahrem sırlarına ortağım, onların en gizlilerini yerlere serebilirim..ama hayır, ben en zor olanı, içimdekileri anlatacağım.
Yaptığım her şey, tek bir noktaya dayanıyor. Noktalar bir araya gelince çizgileri oluşturu.
Hissetmek ve inanmak insanlık için çok önemli.
Daha önce yazmıştım. Umarım yazdığım yazıların bazı kısımlarını hatırında tutuyorsundur. Bir anlık bir inançla başladı her şey. Gizem o olabilir dedim ve kronometrelerimiz belirli bir dizilimle sayıları göstermeye başladı.
Her hayat kendi koşulları içinde yaşanıyor. Bu koşulların etrafına da dikenli teller çevriliyor ki başka koşullara evrilemesinler. Benim koşullarımda hep yolculuk var. İçsel bir yolculuk, her zaman ileri götürecek ama hiç bitmeyecek.. kendimi ve dünyayı keşfe çıktım, yön, nereye? İşte size “çekmecede duran pusulayı kullanmak” için büyük fırsat.
Hayatının insanını arama yolculuğu çok yorucu bir iştir. Sizi bu yoldan çevirmek isteyenler olacak, tuzaklar kurulacak, yanlış tabelalar karşınıza çıkacak, uykusuzluk bastıracak, karanlık çökecek, güneş direkt gözünüze vuracak, yorgunluk, mutsuzluk, yalnızlık krizleri geçireceksiniz, yanlış yola sapacaksınız, yolu uzatacaksınız, boğulur gibi olacaksınız, fazla oksijenden zihniniz uyuşacak, yüksek dağlar karşınıza çıkacak, uçurumların kenarından döneceksiniz, o uçurumlara doğru son hızla giderken son anda fark edip fren yapacaksınız, yanlış arabalara bineceksiniz, yanlış insanları arabanıza alacaksınız… ne olursa olsun en sonunda, The ONE’a ulaştığınızda “oh bee” diyeceksiniz. İşte bu yolda yürüyen insan benim için kutsal insan, işte bu yol benim için kutsal bir yoldur.
Gizem,
Ben bu yolda yürüyorum. Fazlaca bunalmışım ama umutsuzluğa kapılmayı hiçbir zaman düşünmemişim.
İşte dedim ya, her şey bir noktaya dayanıyor, işte o nokta, senin The One olacabileğini düşündüğüm noktadır.
Yanılmış olabilir miyim, mümkün. Ama ya yanılmadıysam?
Bu tarz hayati kararlarda hep düşündüğüm bir teorim var. Buna hızlandırılmış zaman gösterimi diyoruz. Tam olarak şöyle çalışıyor. Hayatımızı 10 yıl ileri alıyoruz. Artık 2027’deyiz. Kendi hayatımızı dışarıdan izliyoruz. Bazı şeyler yaşanmış, hayat değişmiş, teknoloji gelişmiş. Birisi  geliyor, hoş geldin, biz de seni bekliyorduk diyor. Eğer, sen 2017’de Gizem için yeterince çabayı göstermiş olsaydın hayatın şu şekilde olacaktı diyor, o ihtimale dair yaşantımı bir ekranda gösteriyor. Bir şansın daha olsaydı o güne dönebilsen ne yapardın diye soruyor. Ben de var gücümle mücadele ederdim diyorum. O da diyor ki şans elinde 2017’desin, o halde neden mücadele etmiyorsun? Üzerimden kaynar sular süzülüyor, zihnim uyuşuyor, farkındalık dünyanın en büyük dağlarının zirvesine yukarıdan bakıyor, ve benim dudaklarımdan bir cümle dökülüyor. “mutluluk için mücadele etmeye değer”
Ve yine, tekrar, The One olabilir diye hissetmeyseydim bunların hiçbiri düşünülmezdi.
Aslında bugüne kadar da iyi geldim. Sabır nedir daha önce öğrenmiştim, bu süreçte gerçek anlamda nasıl kullanılır onu uygulamalı olarak tatbik ettim.
“İnsanlar bazı şeylerin olmasını o kadar çok isterler ki, bazen yapmaları gereken şeyin aslında hiçbir şey yapmamak olduğunu fark edemezler”
Belirli zamanlarda, yahu neden mesaj atmıyor diye düşünür, bir şey yapmazdım. İşte size “sabır taşı” olmak için büyük bir fırsat.
Çok konuşmak istemek ama hiç konuşamamak, hiç içinden smiley geçmezken smiley koymak gerçekten benim için değişik sınamalar, şimdiye kadar bunları iyi verdim sanırım.
Bir gece yarısı seninle konuşmaya başladıktan hemen sonra, aslında daha da önce… sana mesaj atmadan önce senden, arkadaşlarıma bahsetmiştim. Arkadaşlar derken, biraz daha ötesi, her zaman iç içe olduğumuz, çok özel insanlar.. onlara senden çok bahsetmiştim. Her yazdığımı, hangi kelimeler olduğunu bilmeseler de tematik olarak biliyorlar. Senin reaksiyonlarını, cevaplarını, yaklaşımlarını da.. onlara göre en büyük sorun benim sanal çizgiler içinde kalmamdı.. ben öyle olduğunu düşünmedim. Ferman olarak beni, içimi tanımanı istiyordum, seni de biraz tanımayı.. Sonra zaten ortada Ferman kalmayacaktı. bir yerde bir şeyler doğru gitmedi, ve de bir şeyler beni Ferman kalmaya itti.
Uzun uzun düşündüm, tahmin ettiğinden daha çok, bir şekilde belirli bir frekans yakalayamıyorduk. Geniş zamanlar bulup bir şeylerden bahsedemiyorduk. Acaba neden? Farklı teoriler geliştirmekten kendimi alamadım,
Fena halde kalbi kırık
Sağlıkla ilgili bir problem var ki odaklanamıyor – bu durumda öncelik almak imkansızdır-
Ailevi problemler var – bu durumda öncelik almak imkansıza yakındır-
Erkeklere ilgi duymuyor
Komple yanlış zamanlardayız
Hiçbiri, ve bunu hiçbir zaman bilemeyeceksin

Cevabın a olmasını istiyordum ama a olmasından çok çekiniyordum (yine bunu zaten bir yazımda yazmıştım). A olmasını istiyordum çünkü, diğerleri çevrilemeyecek koşullar ve allah korusunlardan oluşuyordu, a olmamasını istiyordum çünkü kırık bir kalp…
Cem diyordu ki, başka bir seçenek var, sen sanal bir karaktersin, bitlerden baytlardan, sanal ortamlarda iletilen kelimelerden oluşuyorsun, ne bekliyorsun? Üstelik sanal olduğun için kendinden bahsedemiyorsun, konu açamıyorsun, kısıtlı bir kelime çerçevesinde kalıyorsun. Cem hep acımasız. Belki de haklıdır.
Sonra bir yerde sen “Gizem’in kalbi çok kırık, hayat…” diyince, hadi bakalım, test süremiz dolmuştur, şimdi kalemlerinizi yavaşça bırakın ve kağıtlarınızı arkadan öne doğru iletin.
Klişe mi klasik mi? Hidrojen yanıcıdır, Oksijen yakıcı, bir araya getir, su.. söndürücü.
Senin kalp kırıklığınla benim sanallığımı bir araya getir… Belki iki yanıcının bileşimi bu sefer bir yakıcı oluşturmuştur.
Yine de, her ne olursa olsun, ben duramadım işte.
Bir yandan, bu sanallıktan kurtulmayı çok istiyordum, bir yandan bundan geri duruyordum. İşte size “ikilem” kelimesini kullanmak için büyük bir fırsat.
Normalde bende akış şöyle oluyor. Bir yere mi gitmen gerekiyor, git. Biriyle mi tanışmak gerekiyor, tanış. Sende böyle olmuyor.
/şimdi burada küçük bir not düşmem gerekir. Bu söylediklerim biraz creepy olabilir, zira başkası okusa öyle yorumlardı. Fakat benim gerçekten iyi niyetli düzgün bir insan olduğuma inandığını düşündüğüm için yazacağım./
Sonuç itibariyle teknoloji dostumuz. Hangi hastanede çalıştığın belli. Atla bir uçağa git, hastanenin içinde dolaş, konuşma, bakma ama oralarda dolaş Ferman diyorum.. olmuyor. Geçen hafta istanbul’a geldi, e bir kahve içelim de bir zahmet Ferman diyorum – o sırada da sana bir çok şey söylemek istiyorum ama diyemedim yazıyordum-. Olmuyor. O cumartesi günü gittim VOI’nin oralarda biraz gezindim, içerde olmanı istemedim. Umarım gitmiştir çoktan dedim. Çünkü yolda gezinirken sadece yanımdan geçip gitmeni istiyordum. O zaman belki “evet evet gerçekten bu o!” diye bağırabilirdim… Olmuyor.
Neden olmuyor? Çünkü o frekans bir türlü yakalanmıyor.
Bu arada, bunların hepsini normal karşılıyorum.. Onu da söylemeliyim. Zaten, her şeyi kendi üzerime alıyor, sana herhangi bir şey yüklemiyorum. Çünkü şunu da biliyorum, bunların hepsi sana ters de olabilir, belki tamamıyla saçma diye düşünüyorsundur, olabilir. Beni bir tek “yahu Ferman sen bunları yazıyorsun da, bunlar hiçbir şey ifade etmiyor, çünkü ben bunların yakınından yöresinden geçmiyorum, haliyle tüm yazdıkların benim için anlamsız bir hale geliyor” diyor olman beni üzerdi.
Benim tespitlerim/tahminlerim/ yorumlarım var.
Hikayelerimin sende ilgi uyandırdığını, bilinç üstünde olmasa bile bilinç altında çok sağlam bir yer edindiğini biliyorum… Belki aynı bilinçaltı ne garip tipler var da diyordur.
İnsanları hayatına kolay almayan, ama aldıktan sonra da hiçbir zaman bırakmayan biri olduğunu tahmin ediyorum. Bence hayatına girenler de katman katman ilerliyorlar, ne hiç açmıyorsun ne de tamaemn kapatıyorsun kendini, daha çok açıklık için daha çok katmanda ilerlemek gerekiyor. Böyle olunca ne oluyor, her katmanda farklı bir gizemle karşılaşıyorsun. En içteki gizem, en kırılgan olan mesela, ve o kadar da sevecen olan, dışardan nasıl görünürse görünsün, en dış katmanda çizgileri kalın çekse de, en içtekinin mükemmel bir misafirperver olacağını tahmin edebiliyorum.
İnsanlara değer verdiğini de düşünüyorum, hatta bazen belki biraz fazla, o yüzden kendine zaman zaman kızdığına da..
İşte, benim problemim, daha ilk katmanın Viyana kale surları gibi önüme dikilmesi oldu… Sonrası için sabır gerekti. Bu yüzdendir ki bir şeylerden bahsetmen için çokça zaman geçmesi gerekti.

Sanallıktan kurtulmak..
Aslında bunu yapmak için istediğim son hikayeyi yazmak ve paylaşmaktı. Yazdım, ama paylaşmadım. Sonra sonra, bana kendiliğinden, ben sormadan bir şeyler yazdığı gün paylaşacağım dedim. O gün gelmedi.. sağlık olsun :)

Son hikayeye ilişkin de bir şeyler söylemek istiyorum.
Daha önce de söylemiştim. Üç bölüm. 1. Bölüm seçimler hakkında birkaç söz. Bu bölümde neden seçimlerin, olayların ve raslantıların benim için önemli olduğunu anlatmıştım.Bir takım teoriler ve açıklamalar içeriyor ki ikinci bölüme tam bir hazırlık yapmış olayım. İkinci bölüm, sana kadar olan olaylar zincirini anlatıyor. Benim sana doğru gelişim bir seri aksiyonların sonucu oldu.  O öyle oldu da bu böyle oldu gibi… Seçimler, raslantılar, benim sana gelişimin tüm hikayesi, bir yolculuğun tam metni ve pek tabi bu bölümde asıl benin kim olduğu ve nasıl ortaya çıktığı da ifade edilmiş oluyor.. Üçüncü bölüm en zor ve en karmaşık bölümdü.Bu bölümün yazılması o kadar uzun sürdü ki.. Konu Ferman’ın intiharıydı. Ferman’ın hayata veda etmesi ve benin ortaya çıkmasının tematik ifadesi, gerçek zamanlı bir atlayış, akıldan geçenler vs.. bu bölüm o kadar ağır geldi ki, o kadar içime dokundu ki, gerçekten kendim, ben olarak hayata veda ediyormuşum gibi hissettim. İçim karanlıkta kayboldu ve yazmayı bıraktım. Kendi kendime söz verdim, eğer bir gün bana kendiliğinden yazmış olsaydın ilk 2 bölümü gönderecek, 3. Bölümü sonsuzluğa uğurlayacaktım..
Bu yazdıklarımla beraber, artık 3. Hikayeyi göndermeyeceğimi söylememe gerek yok sanırım.
Aslında, pratikte bakarsak, artık başka bir şey göndermeyeceğimi de söylememe gerek yok sanırım.
Evet, kendi kendime de olsa, sana bir vedanın eşiğindeyim, sanırım birkaç yüz kelimeden az bir mesafe kaldı. Eşikten geçmek adettendir, içeri girerken kelimeleri kucağınıza alınız ve gözlerinizi karşıya dikerek yavaşça içeri giriniz. Adımdan hemen önce iyi ki kelimeleri sevmişim diyebilirsiniz. İşte size “gelenekleri eleştirmek” için büyük bir fırsat.
 Hepimiz büyük kelimeler hapishanesinin birer mahkumuyuz.
Kelimeler demişken hala bana bir kelime borcun var tabi ki. Mesafeler borçları silmiyor, zaman borçlara hiç etki etmiyor.
Bazı şeylere nasıl kayıtsız kaldığını da hiçbir zaman anlamadım. Örneğin bu bana kelime borcun olması konusu. Evet demiştim bak güzel bir şey yakaladım. Ama sen sonrasında insanın borcu kelime olunca bir şey diyemiyor diyince yakaladığım şey kaçtı. Belki zaten sadece bir gün ömrü vardı. Ya da cüzdan olayı, o yazının içinde onu özellikle vurgulamıştım ki buldun mu diye sorarsan en azından birkaç cümle fazladan sarf edilebilirdi. Hayır o da olmadı. “Sana dönemedim, merhaba demeyi unutan gizem” deme, unutmamıştır, sadece o günlerde kelimeler gelmemiştir.. Her beklenen gelmiyor, ve bekleyenler her bahar yeniden umut ediyor. İşte size “baharın değerini anlamak” için büyük bir fırsat.
Yolculuklar insanı çok değiştirir. Ne kadar değiştiği ne kadar yol gittiğinden tamamen bağımsızdır.
Yıllar önce, Cem’le beraber istanbul sınırlarında, içi gri, dışı yeşil otobüslerle semt değiştirmece oynuyorduk. Ona çok anlattım sıkıntımı, sıkıldıkça anlattım, anlattıkça o benden daha çok sıkıldı, otobüs doldu biz daha çok sıkıştık, sıkıştıkça insanlarla yakınlaştık, sıkıntılarımız hepten arttı. Dedim ki, bu nedir böyle, en çok ben mi çekiyorum. “Hani geçen gün dedin ya, bilmem ne şarkısı sanki benim durumuma yazılmış, işte buna sevin, en az bir kişi daha hayatta senin yaşadıklarını yaşamış, o kadar da kötü değilsin”. Sevindim mi, üzüldüm mü bilmiyorum. Hepimiz acılarımızın büyük ve tek olmasını istemiyor muyuz? Haklıydı, dünyada hep benzer şeyler yaşanıyordu ve başkaları bunu belki bizden daha iyi ifade ediyordu. Belki bu yüzden Nazım’ları, Özdemir’leri, Oğuzcuğum Atay’ları, Kafka ve Kundera’ları, Müzeyyenleri ve Erkan’ları, Mevlana ve Siddharta’ları bu kadar seviyoruzdur..
Aynı şiiri defalarca kez, her gün, her ay, her yıl okuyabilirsin. Her okuduğunda farklı şeyler alabilir, başka bir yerinde kendini bulabilirsin. Yıllardır bildiğim bir şiirde, geçtiğimiz günlerde, kendimi çok farklı bir yerde görmem gibi.. Küçük İskender’den geliyor:

“Küçücük bir ateştin sen. Sönmekten ürken bir ateş. Bir su damlasıyla bütün görkemini kaybedebilecek bir ateş. Aşkın mecali kalmamıştı. Sessizce sokuldum yanına. Acıyla irkildin. Gülümsedim. Gülümsememe anlam veremedin elbette. Kimdi bu? Ne istiyordu? Tanımadığın biri. Hatıralarını darmadağın etmeyi planlamış bir yabancı. Fuzuli bir beden, karşındaki.

Ferman’dan gidiyor. Yine ondan geliyor,

Bir başkası için hayatta kalma çabası gibi sanki. Ölmek için değil, yaşamak için uğraşmak gibi. Ummadan, hayal etmeden, sıradan, olduğu gibi.doğal. Ve ciddi. Ciddi ciddi hayatla mücadele edebilme gücü. Bu gücü yanyanayken yaratabilme yeteneği. Ben bu yeteneğin bir parçası olarak sokuluyorum sana. Masallarla geliyorum. Efsanelerle geliyorum. Herhangi bir insanın birikimiyle geliyorum aslında. Artniyetsizim. İnan,”

Yine Ferman’dan gidiyor.
Bunları anında sana göndermek istedim, sonra bir “görüldü” ifadesi ile boşlukta kaybolacak ve etrafı bir sessizlik kaplayacak diye…
Bitler ve baytlar olarak geldim, yine aynı şekilde gidiyorum. Arkamdan lütfen kapıyı yavaşça kapatınız. Fazla ses çıkmasın, komşular uyuyor. Bir daha taşındığımda kendime uyumayan komşular seçeceğim. İnsanın canı istediğinde kapıyı vurup gitme özgürlüğü olmalı. Neyse ki içimde en ufak bir kızgınlık yok.
Kapıyı açtın. İsteseydin daha ilk dakikada engellerdin beni, ikinci günde sıkılıp bırakırdın, beşinci günde küfürler ederdin, on dördüncü günde cevap vermeyi bırakırdın, yetmiş beşinci günde acayip şeylerle kafamı bulandırırdın.. hiçbirini yapmadın. Hep sevecen davrandın, hep saygılı ve nazik davrandın, neden bilmiyorum ama bu beni mutlu ediyor.
İnsanlığın en büyük lanetlerinden biri ellerinin zihninden yavaş çalışması. Bu konuda bildiğim bir hikaye yok ama belki bir gün yazarım. Şimdi bir adet zihin alalım ve bunu her yanı kapalı bir odanın ortasına bırakalım. Bu özel odada zihin serbest bir şekilde uçuşacak, çok kısa zaman dilimlerinde o duvardan bu duvara çarpa çarpa var olma mücadelesi verecektir. İşte yazarken zihnim tam olarak buna dönüşüyor. Sonra diyorlar ki neden böyle şeyler yazıyorsun? Çünkü ben tam olarak böyle yazmayı seviyorum.
Yıllardır yazmamıştım. Elime ne kalem ne de klavye almamıştım. Seninle beraber tekrar yazmaya başladım. Bu bana yapılmış en büyük iyiliklerden biri olabilir. Nasıl teşekkür ederim bilemiyorum. Fark ettim ki ben senin için yazdığımda güzel yazıyorum.. ehm, hiç de fena değil ha?
Eğer bir gün kitapçının birinde kitapçının birinde, Ferman Özben tarafından yazılmış bir kitap görürsen hemen aç ve ilk sayfaya bak.. adının geçtiğini göreceksin. Belki o zaman bir teşekkür etmiş olurum..
Yazmak dünyayı dolaşmak için tek yön bilet almak gibi. Nereden ve ne zaman döneceğini bilmiyorsun. İşte size “dünyayı dolaştığını hayal etmek” için büyük bir fırsat.
Yazarken insan aslında kaygılar gütmüyor, ama nasıl etkileri olacağını da merak etmeden duramıyor. Polisiye yazarken –eğer ticari kaygınız yoksa- okuyucunun ne düşüneceğine odaklanmazsınız ama içten içe de kalp atışları hızlansın, merak etsin, kendini labirentin içinde bulsun istersiniz. İşte ben de yazarken senden hiçbir şey beklemiyorum, ama içten içe bazı kelimelere aklın takılsın, bazı yerlerde yakınlık hisset, yalnızlığına bir çare bul, bir bölümde duygulan, bir parça “vay be” de istiyorum. Ama içten içe. Zaten dıştan dışa olsaydı, böyle kaygılarım olsaydı, bu yazdıklarım sana samimi gelmeyecekti.
Dünyada olan bir çok şeyin neden olduğunu bilmiyorum ama nasıl işlediğini iyi biliyorum. Mıknatıs neden plastiği çekmez, kutup ayıları neden yalnızca kutuplardadır, güneş batarken neden kızıllaşır,babam böyle pasta yapmayı nasıl öğrendi, gizem nasıl bu kadar kayıtsız kaldı?
Dedim ya, seninle konuşurken, hep yazdıklarım şiirselleşiyor, ister istemez anlamlı olsun istiyorum bütün kelimelerim.. neden böyle oluyor? Aslında ben baya keyifli biriyimdir, kime sorarsan eğlenceli, hoşsohbet ve çoğu zaman enerjik olduğumu söyleyecektir. Kelimelerle kısıtlı kalınca bunlar ortaya dökülmedi tabi ki, oturup biraz sohbet etmiş olsaydık, belki o zaman sen de buna kanaat getirebilirdin.
Neyse..
Her şeyin dayandığı noktaya geri dönelim mi?
#flashback
İşte dedim ya, her şey bir noktaya dayanıyor, işte o nokta, senin The One olacabileğini düşündüğüm noktadır.
#flashback end
Konuşabildiğimiz kısıtlı zamanlarda öyle bir şey söyledin ki.
#alıntı
+Hissetmeyi istemek diye bir şey de var bence
-dusun dusun oldum.bence de var. ama istersen hissetmezsin ki, yanılgıya kapılır insan. hissedermiscesine  olur. peki insan hissetme ve istediği için hissettiğini sandığı ayrımını yapabilir mi? karmaşık oldu ama düşünmeye sevk ettin :)
+ Sorunu sevdim ama bence bu ayrıma varamıyoruz. Yanılgılarda yasıyoruz bir miktar
-çok dogru. işte tam bu yüzden.. "hissettim ve yanıldım" ve "yanılmadım çünkü ben hissetmeyi istemiştim.. "  tespitlerini yapamıyoruz.  bu da dediğin gibi  yanilgilarla yaşamamızı ve bunu fark etmememizi  sağlıyor.  kahrolsun bagzi yanılgılar:) yanılgıdan  çekinmektense hissettiğim her şey için olmazsa yanıldım demeye karar verdim.. insanlık için en iyisi bu :)
#alıntı sonu
Hissetmeyi istemek diye bir şey var dedin ya… eğer bunu daha önce yazılarımda yer verdiğim  “ her şey yalnızca bir anlık bir şey hissetmeme dayanıyor” lafını aklına getirip buna atfen söylediysen ayakta alkışlarım, önümü ilikler, duyduğum büyük saygıyla beraber hayranlığım artar. Evet, belki ben o anda onu hissetmeyi çok istedim, ama ben yanılgıdan çekinmekse, yanılmış olabilirim demeyi seçiyorum. Her şeyin dayandığı o anda ben hiçbir şey hissetmeyi istemedim Gizem. Belki de sadece yanıldım. Ya yanılmadıysam?
Yine çok karmaşıklaştım.
Hafiflemek gerekir. Bazı kuşlar yaratılışı gereği gökte süzülemiyor. İnsanların çoğu sırtında dünyayı taşıdıkları için uçamıyor.
Sana anlatacağım daha çok şey vardı. Geniş zamanları bulamadık.
Sanırım ya çok daha erken, ya da çok daha geç tanışacaktık.
Topyekün yanlış zamanları yakalamış olabiliriz.
Hikayemiz bitsin miydi? Bitsin ki yenileri mi başlasındı?
Kendimle çelişiyor muyum diye düşünüyorum, düşünüp içinden çıkamıyorum. Çaba göstermek için yemin etmedim ama etmiş gibi davrandım. Sanki bu yoldan hiç vazgeçmeyecekmişim gibi, her durumda, her anda, vardır illa ki bir şey diyip durdum. Bir anlık his bizi nereye götürür? Elbette buraya getirir, ama burası neresidir?  Bir araba çalışmadığında kaç kez yeninden anahtarı çevirir, ne zaman olmayacak galiba dersin? Çıkmayacağını bilerek ama hep içinde bir umut taşıyarak kaç kez piyango bileti alırsın? Elektriklerin kesik olduğuna kanaat getirmek için kaç kez ışıkları açıp kapatırsın? Benim bu ısrarımın da bir sonu olmalıydı. Sonu gelmeli ki başka hikayeler yazılabilsin. Bazen yeni şeylerin inşa edilmesi için eski binaların yıkılması gerekir.
Yalan yok, biraz üzülüyorum da böyle olmasına. Her ne kadar yolun sonu pek aydınlık olmasa da, her ne kadar araya yollar ve yıllar girse de, ki yolları ipek halılarla kaplayabilirdik, bir şekilde sana bir şeyler yazmak ve senin okuduğunu bilmek mutlu ediyordu beni. Mutlu demeyelim, memnun ediyordu. Olsun.  İşte size “aslında gerçekten öyle olmasını istemiyorum ama ben yine de olsun diyeceğim” demek için büyük bir fırsat.
Kelimerler..
Seçimi zor kelimelerin. Hangi durumda hangisi kullanılacak, acaba o kelime anlatmaya yeterli olacak mı, yoksa fazla mı gelecek, acaba bu durum için bir kelime bulsam nasıl bir şey olurdu, kelimelerin rengi var mıdır, peki ya kokusu? Bilmem, bilmek de istemem. Bu kadar güç bir insan için çok fazla.
Tüm bu olanlar için güzel bir kelime var zihnimde.. devrim. Gizem’li zamanlar benim kişisel devrimimdir. Toplum olmak için bir çoğulluktan bahsetmek gerekir. En az iki kişi olmadı, devrimi toplumsallaştıramadık.
Kelimeler tükettikçe tükeniyoruz,
bu yüzden tam bu noktada, tükenmeye bir son veriyoruz. İşte size “kendinizi tüketmek”ten vaz geçmek için büyük bir fırsat.

Sevgilerimle,
F.










Kapılar

Her gün değişik ama bazıları çok değişik.
Günler bir çok farklı tanımlama ile ifade edilebilir. Pazar günü için ise tek tanım “çok acayip” olabilirdi ancak.
Ne kadar acayip?
Uyuyamadığım zamanlardan kalan bir alışkanlığım var. Bazı geceler, yatağımda o kadar çok düşünürdüm ki, uyuyamamak mı düşünmeme yol açıyor, yoksa düşündüğüm için mi uyuyamıyorum karar veremezdim. Gün içinde gördüğüm bir Suriye’li çocukla başlayan düşüncelerim gittikçe derinlere dalar, su altında kilometreler kat eder, bazı renklerin neden daha rahatlatıcı olduğuna dair bir yerden tekrar su yüzüne çıkardı.
-Yahu ben bu konuya nasıl geldim?
Sonra sonra, nasıl geldiğimi anlayabilmek için, düşündüğüm en son konudan geriye gitmeye başladım, taa ki ilk konuya dönene kadar “ o bunu hatırlattı, bunu oradan diğerine bağladım” diyerek zihnimin polisiyesi, dedektif düşünceleri geliştirmeye başladım.
Dedektif düşüncelerin fark etmemi sağladığı şey, tarihe ‘kapılar teorisi’ olarak geçecekti. Geçecek-ti diyorum çünkü benden başka kimse duymadı, bu zaman kadar kendime sakladım. İnsanlığa açsaydım belki tarihe geçme ihtimali olurdu, sanırım.
YinebBir uyuyamama nöbetinde aklımda şimşekler çaktı. Zihnin, sonsuz büyüklükte, odalardan (ya da alanlardan) oluşan bir yapı olduğunu keşfettim. Akıl ya da bilinç, bu yapıya ilk düşünme anında, herhangi yerinden giriş yapıyor. Uykudan uyanıldığında ilk düşünülen şeyin başlangıç odası olduğunu düşünelim.Hemen bu ilk odada önüne farklı boyut ve özelliklerde kapılar çıkıyor. Akıl bunlardan birini seçmek zorunda. Seçimle beraber başka bir odaya, bir öncekiyle bağımsız yeni düşünce düzlemine geçiyor. Oluşunun konumlandırdığı odada fazla kalsa da, hiç çıkmak istemese de, hayatın akışına bağlı olarak çıkmak durumunda kalıyor. Çıkış kapısından sonra yine kapılar, yeni kapılar, çok kapılar. Bu kapıların arkasında, yaşanmışlar, yaşanmamışlar,hayaller, geçmiş, gelecek, aile, sevgi, nefret, bilgi, bilim… her birinin ardında farklı bir oda var. Bazı kapılar o kadar çekicidir ki, başka bir kapıyı görmeyiz bile; heyecan yaratan bir insan gibi, o kapının ardındaysa, istesek de, istemesek de, yönümüz o kapıya doğru olacaktır. Bazı kapılar o kadar büyüktür ki, diğerlerini görmez direkt ona yöneliriz.. Yakınımızdaki birinin üzüntü veren rahatsızlığı gibi. Üzüntü odasının kapısı diğerlerinin yanında çok büyütür. Bir keşif, başkalarının da karşısına çıkan ama küçük olduğu için fark edilmeyen bir kapıdan geçmekle başlar. Seçimleri yöneten çağrışımlar var. Yarınki toplantıyı düşünmek, toplantı sırasında kahve ikram edilmesi, daha önce Sercan’la içilen kahve, Sercan’ın eşi, eşinin almak istediği mont, berenin kışı çağrıştırması, kar ve kar lastiği… kar lastiğini nereden alsam? Ben toplantıyı düşünürken buraya nasıl geldim?
Kapılar teorisi, benim düşünce düzlem-zamanında geçmişe yolculuk yapmamı sağlayabiliyor. Son alandan geriye doğru giderek ilk kapıya ulaşma oyunui, zihnin karanlık sonsuzluğunda el yordamıyla ilerlenen bir maceraya atılmak gibi.
Geçtiğimiz pazar günü, bu oyunun en güzel versiyonlarından birine şahitlik etti. Tüm kapıları açıklamak belki mümkün değil ama, en azından büyük olanları yazmam lazım.
O gün rutinimsi  bir hareket olarak bir kahveciye gittim. -Kahve ve kitap sevdiğim bir ikili.-  Hani bazı günler, ne yaparsan yap, ne düşünürsen düşün, ne görürsen gör, insan kafasının içinde arka planda bir düşünce dönüp durur ya, işte Pazar günü tam anlamıyla buna sahip, öylesine bir gündü. Bahsettiğim beni durduran ve de burada tutan güç  hakkındaki fikirler Pazar günümü arka koltukta sessizce ama nedensiz bir keyifle izliyor,  beğenmediği bir sahne olduğunda senaryoya müdahele ediyordu. Yaşasın interaktif yaşam sahneleri! Düşünceleri ait olduğu yere, arkaya ittim ve okumaya başladım. “Hayat içimizde, dışımızda bir dünya yok, dışarısı bizim yansımamızdır” temalı yüce kitabım beni farklı dünyalara itiyor, galaksiler arası gezintide kitap gittikçe ağırlaşıyordu. İnsanlara bu kadar ağır sorumluluklar yüklemek doğru değil diye düşünürken iki kelimeyle beni fiziksel dünyama geri döndürdü:
Gordion düğümü.
Ürperdim ve kitabı elimden bıraktım. Gözlerimi boşluğa dikip düşünmeye başladım. Tabi ya, Gordion düğümü. Unuttuğum bir hikayeyi hatırladım. Hikayeyi canlandırırken kalkmış ve kendimi sokaklara atmıştım.
Anadolu’nun en eski uygarlıklarından biri olan Frigler kendilerine bir lider arıyorlarmış. Kahin şehre arabası ile giren ilk kişiyi kral yapmalarını söylemiş ve yeni lider bu yolla seçilmiş. Kral, bu olayı sağlayan arabasını tanrıya adamış ve sıkıca bir düğümle tapınağa bağlamış. Düğümü çözen kişinin tüm asyaya hükmedeceği inanışı kulaktan kulağa yayılan bir şehir efsanesine dönüşmüş.
Aynı dönemde, babasının ölümü üzerine Makedonya Krallığında tahta yeni lider çıkıyor. Genç ve dinamik, kurdetli Büyük İskender. Kral olduğu ilan edildikten hemen sonra doğuya sefere çıkıyor. Trakya üzerinden Anadolu’ya giriyor, ayak bastığı her şehri, Spartalılar dışında tüm yunan uygarlıklarını hükmü altına alıyor. Ege üzerinden güneye inerken Friglerin tapınağında düğümü çözmeye çalışıyor, sabrı tükenince bir kılıç darbesi ile kesip atıyor.
O dönemde tüm Asya’yı hükmetmek için, Yunan, Pers, Mısır, Hindistan ve Çin gibi çok kuvvetli güçleri devirmesi gerekiyor. Karşılaşacağı devasa orduların bilincinde, Anadolu’yu hükmü altına aldıktan sonra İskenderun civarlarında Persler ile karşı karşıya geliyor. Perslerin ölümsüz ordusunu deviriyor, güneyde Mısır’ı ele geçirip İskenderiye şehrini kuruyor. Rotasını uzak doğuya çevirip Afganistan ve Hindistan’ı ele geçiriyor ve Asya’nın efendisi ünvanını alıyor. Tüm Asya’yı ele geçirmesi için sadece Çin’e hükmetmesi gereken, ordusu tüm asya uygarlıklarının neredeyse toplamı haline gelmiş, tarihin belki gördüğü en büyük komutan Büyük İskender, Çin’e ulaşamadan, 32 yaşında ateşli bir hastalık sebebiyle ölüyor. Kadim kıtanın tamamını ele geçirmeye tek yaklaşan efendinin bu kadar genç yaşta ölmesi Gordion düğümünü çözmek yerine kesmesine bağlanıyor. Üçüncü Bin Yıl insanları, Gordion düğümünü bir metafor olarak hala kullanır.
Gordion düğümü benim ruh halim için de harika bir metafor olabilirdi.Tek düşüncem düğümü kırmamak.
Hey Büyük İskender,
ve de Küçük İskender. Şair Küçük İskender.
“İnsan inandığı şeyler uğruna muhteşem hatalar da yapabilir.”
Düğümleri ve hataları cebime koydum.
Yeni kapı aralandı.
Yazdığım notu paylaşmak veya paylaşmamak. O odada hayli kaldıktan sonra paylaşmaya karar verdim. Acaba Pazar mı paylaşılmalı Pazartesi mi? Pazarları keyifsiz mi olur yoksa pazartesileri yoğun işler güçler notu göndermek için iyi bir gün olmamasına yol açar mı? Bilmiyorum, çünkü, henüz, o kadar tanımıyorum.
Başka kapı…
Pazarları pek sevmem. Ertesi gün iş olması, haftasonunun bitmesi, kargaşanın başlaması, ütülenmesi gereken gömlekler ve çocukluğumdan kalma paradigmalar.
Henüz okula gitmiyordum, Pazar sabahları dışarı çıkardım oyun oynamak için, kimse olmazdı. Tüm şehir sanki kutsal Pazar kahvaltısının tadını çıkarıyormuş gibi olurdu. Bizde her gün birlikte kahvaltı yapıldığı için pazarlar o kadar önemli değildi. Bu yüzden hiçbir zaman anlayamadım. Aslında, haftaiçi geç saatlere kadar çalışan bir babanın pazarları çocukları ile geçirmek istemesi gayet doğalmış, fakat elbette, o zamanlar beni ilgilendiren kısım Pazar günlerinin türk aile yapısına yaptığı büyük katkılar değil, benim yalnız kalmamdı. Sıkılmışlıkla eve dönünce televizyon açılır. Klasik müzik denen ucube bir müzik türü gösterilir. Genellikle yaşı 40’ın üzerinde, saçları beyaz bir dayı yüz kişinin üzerinde uyumlu gürültü yapan bir grubu iki beyaz çubukla yönetir. Ses yükselir, alçalır, genişler, daralır, hızlanır ve yavaşlar, ne kılığa girerse girsin, çok sıkıcıdır. Pazar konseri diye adlandırılan işkence bir saat sürer. Benim klasik müziği sevmeye başlamam için zamana ihtiyacım varmış, bir on beş yıl kadar en az. Gel de bunu takım elbiseli kendinden geçmiş çubukçubaşına anlat. Klasik batı işkencesi biter, vahşi batı işkencesi başlar. İşkenceler hep batıdan gelir. Kovboy filmlerini hiç sevmezdim. İki saat daha gider. Pazar programları gelir. İşte sonunda batıya karşı duran yerli tarzda bir işkence. Yaşasın tam bağımsız yerli işkence. Çocukları özgür bırakın pazarları da dışarıda oynayabilsinler. 
Çocukluk evim bir apartman dairesiydi.
“İnsanlar genelde kare veya dikdörtgen olan evlere neden daire derler?”
Apartman sakinleri, yan apartman ile birlikte kullanılan genişçe alanı insanlar geçmesinler diye demir parmaklıklarla ikiye bölmüşlerdi. Apartmanın rengi mi daha iticiydi yoksa çocukların sınırlara o demir parmaklıklarla alıştırılması mı hala karar veremiyorum. Sıkıcı şehir, sıkıcı evleri, sıkıcı insanları ve onların parmaklıkları.. akıl ve onun çocukluğu. Fiziksel sınırları mı kaldırmak zor, zihinsel sınırları mı?
Fi-zihinsel sınırlardan yüksek bir korna sesiyle bedensel dünyaya geri döndüm.
Gözüm yanımda yürüyen başka birine takıldı. Bence aynı yönde yürüyen insanlar birbirleri ile konuşabilmeliler diye düşündüm. Eğer öyle bir gelenek olsaydı hemen yanına gider aklımdaki her şeyi, tüm olanları, çelişkilerimi, beni tutan ve engeleyen gücü, aklı ve sınırları, kapıları ve odaları ona tek tek anlatırdım. Zihnimin sıcaklığını, kapı kollarının soğukluğunu anlatırdım.
Soğuk, hava çok soğuk. İçimizin ve aklımızın üşümemesini sağlamak zorundayız..
Aynı yolda yürürken konuşmak iyi de, yerin altına inerken de konuşulabilir mi? Ya konuşmadan çok etkilenir ve daha da derine gitme isteği duyarsak?
Metroya binmeye karar verdim. Biniş kartım için elimi cüzdanıma götürdüm, boşluğu yakaladım. cüzdanım nerede? Yok. Yok.
İlk taksiyi çevirdim, kahveciye geri döndüm.
Sonra eve geri döndüm. Evde düşüncelere döndüm.
Ben o cüzdanı nasıl unuttum, daha doğrusu nasıl bir düşünceye daldım ki kendimi unuttum, ne varsa bırakıp, koltuğumdan kalkıp yürümeye başladım? Düşünce kapılarını tek tek geriye doğru açmaya başladım. Gordion’a kadar geldim.
O sırada bir mesaj geldi:
“Bakıyorum ara sıra son yazıyı…”