düne kadar aklımda o kadar çok konu/nokta vardı ki yazacak..

bugün iş yüzünden yüksek sinir katsayım nedeniyle yazamıyorum.. doğaçlayamıyorum allahın belası!

ilerleyen saatlerde belki.

blog'un yeni arayüzü de ayrıca batsın!

.....
sanığın asabiyetten yargılanmasına,
blogunun bir kaç saatliğine kapatılmasına,
türk toplum yapısına ve aile düzenine aykırı davranışları nedeniyle bazı gönderilerinin sansürlenmesine,
en yakın zamanda saçının kestirme hususunda teyit alınmasına,
temyiz yolu açık olmak üzere karar verilmiştir.

iş bu hüküm 10 saniye içinde yürürlüğe konacak, 15 saniye içinde kendini yok edecektir.

her şey olması gerektiği gibiydi,
onunla başladı
ve hiç bitmedi.

35...

nedir ki bu 35'in sırrı?
yok efendim öyle yolun yarısı hikayesi falan değil bu.
tamamen içimden gelen bir dürtü.

hani herkesin içinden bir sahneye istinaden, yahut tekil, tamamen spontane veya kurgulanmış bir replik geçer ya.. bazen benim içimden de geçiyor ve herhangi birinde eğer bir sayı kullanılacaksa, işte bu sayı (günahları affolsun, ömrü uzun, zihni şen olsun) 35 oluyor.
"35 yerinden bıçakladılar"
"35 kişinin verdiği 35 haber"
"35 mum vardı pastanın üzerinde, 35 hayal kırklığı için 35 mum"

sıkıldım 35ten...

burada şöyle demem gerekiyor sanırım:
"evrenin bana verdiği bir mesaj 35. onda bir sır var ve ben onu bulmalıyım, 35 vakit içinde.."
hemen akabinde kendi kendime, bi sktr git diyorum.

filmlerin etkisi heralde bu her bokun altında bir boncuk aramak (deyimleri birleştirmek afillidir.)
hani böyle gözlerinizi kısarsınız, ya da sabir bir noktaya bakarsınız da belli belirsiz görüntüler çıkar. saydam solucanlar gibi şeyler (solucan mı? ıyykk) işte onlarda bir anlam aradım küçükken senelerce. bir harita, bir harf, bir mesaj, bir kelime, bir işlem.. hiç bir şey çıkaramadım. tabi mesaj bana özel olduğu için, bu arayıştan, bu olaydan kimseye bahsetmedim. şimdi merak ediyorum, acaba başkalarında da çıkıyor mu o saydam solucanlar?

saydam solucanlar...
biyolojiniz, taksonominiz yerin dibine geçsin...

...

her gün bu yazı ile karşılaşmak canımı sıkıyor

ivybolger disabled their account

We like to call it taking a nap.

bi süre önce blog'um kayboldu.

evet tam anlamıyla kayboldu. bir baktım yerinde yok. (nerede kaybettiniz acaba? nereye koyduysan ordadır.)
ben de gittim google'a dedim blogumu geri verin falan filan... vermediler. vermediler derken, blogu değil, cevap vermediler. blogunuz kahrolsun dedim, oturduğum koltuğa sindim.

blog'umu daha önce bir kaç yere yedeklemiştim(aklımı svkyim). işte oralardan alır geri yüklerim diyordum. ama zor geldiğinden/anlamsız bulduğumdan/ okunmuyo zaten dediğimden/ yazmıyorum zaten dediğimden/ bir süredir deaktive olduğu için unutulmuş olabileceğinden/ karyatid benim buharlaştığımı düşündüğünden/anormalitem ortalarda olmadığından/ insanlıkla artık alakam kalmadığından/ sebebsiz bir şekilde/bat dünya bat/ google'ın umursamazlığıma duyduğum tepkiden/yazmak ne lan icat çıkarma dediğimden/ rahat bir yazma ortamı bulamadığımdan (iş dünyasınız yerin dibine geçsin, şunu yazarken bile 50 kere böldüler) geri yüklemek çok sevimsiz  ve bir o kadar da angarya gelmeye başlamıştı.

tam "blog da böyle bir anımdı" diyip konuyu kapatacakken bu sabah bir titreme geldi bana.. yazmalıyım dedim, anlatamadıklarımı kelimelerle ifade etmeliyim (sanki konuşunca kelime olmuyor), yazmalıyım dedim... (yalnız kalmak nedir bilir misiniz? dokunabilir misiniz yalnızlığıma ellerinizle?)
bir yazı yazarım, "geçmişi daha sonra gireceğiz, yani geçmişi geleceğe erteledik" derim dedim...

bloga bu niyetle girdim ki yerinde duruyor...
(umarım bir daha gitmez.)

geri döndük, ve gitmeye niyetimiz yok!

tellallara ve tellaklara haber salın, dört bir yanda namımızı yayın.. geri geldik!
buradayız...

-ve hep direneceğiz!-

....

kar

sabah adımımla birlikte
ilk kar tanesi değdi yere
insanlara göre karla gelen adamım ben
ya da
şehre sorarsan karı ilk getiren adam...

kontrol, 1 2 3.. aa ne kadar ayıp...

"toplumu sınıflara, katmanlara ayırmak" çok tehlikeli ve ayıp bir şeymiş...

hadi ordan!

toplum dediğin kendi kendini baskılayan bir kavram. toplum insanları sınıflara ayırmayı uygun görümüyor. çünkü bunu bir hakaret olarak, küçümseme olarak görüyor. pek mukaddes toplum yapısı küçümsemeyi ve hakareti de onaylamıyor. bunun sonucunda, kendinin sınıflarndırılmasını yanlış buluyor, toplum denen şey, kendi kurllarını kendi koyup uymayanları kendi yöntemleriyle cezalandırıyor -ayıplamadan taşlamaya kadar geniiiş bir aralıkta hem de- bu devinim her yerde karşım(ız)da. sırf bu yüzden çoğu düşünce ortaya atılmadan baltalanıyor, susturuluyor. ve hatta insanların gelişmesine izin verilmiyor, vizyonunu geliştirmesi engelleniyor.
şimdi kim diyebilir ki, mahkemelerde galileo galilei'yi yargılayanlar, çok ayıp etmişler. gerçekten bugün 16. yüzyıldan çok ileriyiz, bravo!

toplum sınıflara nasıl ayrılır? demografiklerine göre, gelirine göre, iş sahibi olmasına göre, led ve non-led diye ikiye bile ayrılabilir hatta. zamanında, lordlar, avamlar, kast katmanları falan diye de ayrılmış. ne lord olmak, ne avam olmak, ne işçi olmak, ne de doktor olmak ayıp değil üstadım.. peki neden ayrılır? kendi yerini bilmek için değildir, diğer insanları hakir görmek için değildir, diğer katmanlara hayranlıkla bakmak için de değildir..  hatta, sen şu katmandansın, ben bundan, mahmut ordan, fikret burdan demek de değildir, kişisel bazda ne olduğuyla ilgilenmiyorum ki ben.. biraz olaylara makro bakalım.

tut ki bir derneğe üye olmak istedim. bu derneği önce tanımaz mıyım? ne yapar ne eder, özellikleri neler, bu derneğe nasıl faydalı oalbilirim, hangi altgruplarına dahil olmalıyım diye düşünmez , araştırmaz mıyım? yaparım. e o halde, zaten doğuştan istemeyerek de olsa dahil olduğum bu oluşumu neden araştırmayayım ki? belki ben burdan hareketle daha neler bulacağım, ne faydalar sağlayacağım, kalkındıracağım, kalkınacağım... neden engellemeye çalışırsın ey toplum?

en nihayetinde yapmak istediğimiz anlamak.. kaygı gerçekten anlayabilecek olmamız mı?

hemen burada George Orwell-1984'ten bir alıntı ..

Tarih boyunca, büyük olasılıkla Neolitik çağdan bu yana, yeryüzünde üç tür insan sınıfı olagelmiştir: En üst, orta ve alt sınıf. Bunlar kendi aralarında pek çok alt bölümlere ayrılmışlar, kendilerine değişik adlar verilmiş, göreli sayıları ve tutumları çağdan çağa değişmiş, ama toplumun temel yapışı hep aynı kalmıştır. Büyük ayaklanmalar ve değişimlerden sonra bile, bir denge aygıtının her zaman son dengesine dönüşü gibi aynı yapı hep ortaya çıkmıştır.
 Bu üç grubun amaçlan uzlaştırılamaz. En üst sınıf, durumunu korumak, orta sınıf onun yerine geçmek ister. Alt sınıfın amacı (varsa eğer, çünkü bu grup günlük hayatta olup bitenler dışında herhangi bir şeyi fark edemeyecek kadar yoksul koşullarda yaşamaktadır), tüm farkları ortadan kaldırmak, herkesin eşit olduğu bir toplum yaratmaktır. Bu nedenle, tarih boyunca, genel çizgileriyle değişmez olan savaşımlar sürekli yinelenip durmaktadırlar. En üst sınıf, uzun dönemler süresince, yönetimde kalmış, ama iktidar yetilerini ve kendilerine olan inancın yittiği dönemler de olmuştur. Böyle zamanlarda, orta sınıf özgürlük ve adalet için çarpıştıklarını öne sürerek alt sınıfı kendi saflarına alarak üst sınıfı devirmişlerdir. Orta sınıf amacına ulaşır ulaşmaz, alt sınıfı eski yerine indirip, kendisi üst sınıfı oluşturur. çok geçmeden bu iki gruptan birinden ya da her ikisinden ayrılanlar, yeni bir orta sınıf oluşturur ve savaşım yeniden başlar. Bu üç grup arasından amacına, geçici bile olsa, ulaşamayan, alt sınıftır. Tarih boyunca hiçbir somut ilerleme olmadığını ileri sürmek abartma olur. Bir çöküş dönemi olan günümüzde bile, insanlar birkaç yüzyıl öncesine oranla çok daha iyi yaşamaktadırlar. Ama ne zenginliğin artması, ne davranışların yumuşaması, ne reformlar, ne de devrim insanları eşitliğe bir milimetre olsun, yaklaştırmamıştır. Alt sınıf açışından, hiçbir tarihsel gelişme, efendilerinin adının değişmesinden öte bir anlam taşımamaktadır.
ufak bir diptnot, orwell der ki, alt katman toplumun %80i, orta %18i üst %2sidir. (emin olamadık net rakamdan tekrar kontrol edeceğim, ama üç aşağı beş yukarı budur)
şimdi lütfen kimse bu mevzuyu üstüne alınıp kızmasın... amaç kişiyi bir yere yerleştimek değil, toplumu anlamaktır.kaldı ki kendi ayırtlarımdan -henüz- bahsetmiyorum, sanal bir linç hoşuma gitmez :) belki bir gün, dünyanın daha güzel olduğuna inandığım bir gün değinirim ha?
bir de, beynimi kontrol etmeye çalışmaktan vaz geçin artık!

ademoğlunun suyla imtihanı

bahsettiğim su öyle 100 derecede kaynatılmış, ph değeri bilmem kaç olan mineraller açısından zengin su falan değil.. bildiğimiz çiş ya da idrar, yahut sidik veyahut küçük abdest veya küçük su.. her ne derseniz işte.

derdim o da değil, zamansız zamanlarda hayatıma girişi.

sınavların ortası, yahut bir toplantının ortayeri, ya da yolculuklar veyaher neyse.. bunların hiç biri de derdim değil.

düşünün ki bir gün ofisten çıkmak üzeresiniz. inanılmaz sıkışmış bir haldesiniz ve lavaboya uğrayıp bir an önce servisinize gitmek istiyorsunuz. lavaboya 20 metre kala yanınızda biri bitiyor, konuşmaya başlıyorsunuz. belki uzun zamandır beklediğiniz an budur, en fazla 300 adım kadar. lavaboya yaklaşıyorsunuz, karar vermeniz gerekli. o an aklınızda iki düşünce var, biri lavaboya girmek, diğeri yola devam etmek -zira o an en çok istediğiniz şey yola devam etme, hatta bunun zorunluluğunu hissediyorsunuz. lavaboya iki adım. karar vermeli. vazgeçiyorsunuz,gitmekten değil karar vermekten. merdivenlerden küçük bir muhabbet eşliğinde aşağıya doğru iniyorsunuz. çıkmadan önce son lavabo ve artık kararı vermeniz gerekli.mesaneniz sizi öldürmek üzere, üstüne üstlük değil servisteki yarım saat içinde belki 5 dakika içinde servise binmeden dahi bir aksilik yaşayabilirsiniz. orda bir yerde yapmak istediğiniz, devam etme gerekliliği duruyor. "1 dakika bekle, döneceğim" diyecek durumda değilsiniz ve çıktığınızda bıraktıklarınızı bulamayacaksınız...

hangisini seçerdiniz? lavabo mu, yürümek mi?
go...

uzun zamandır yazmamışım...karalayalım bir şeyler

jsdsljfgsdkfjgaşsdjagsşdıuagdasbzmnxczljchvz