şehrin yedi tepesi yedi ayrı ağlar,
27 aralık yirmi yedi ayrı ağlar
göbek bağım hepsinden ayrı ağlar
gam yanar, gözyaşı yanar; yürek farklı ağlar.

'010'un sorusu

bir şeyi çok isteyip de onun için hiç bir şey yapmamaya ne denir? (cevap hiçbiri ya da hepsi olamaz)


tembellikaptallıkdeliliksalaklıkşuursuzlukvurdumduymazlık
sorumsuzlukazimsizlikhırssızlıksakinlikderinlikuçarılık
kötümserlikacizlikkibirlilikkaramsarlıksinirlilikuyuzluk
sallamazlıkkötülükmanyaklıkhareketsizlikmanyaklıkdangalaklık
ilgisizlikçıldırmışlıkisteksizlikataletdengesizliköküzlük
mallıkkaramsarlıkkoyunlukadaletsizlikmotivasyonsuzlukcinlik
terbiyesizlikgüvensizlikbunaklıkakılsızlıkköleliktaakatsizlik

yangında ilk kurtarılacak

yangında ilk kurtarılacak.

bütün her şeyinizi ortaya koyun. sonra arasından ilklerinizi seçin.

ilk aşkınızı, ilk gözağrınızı, ilk sevdiğinizi, ilk gördüğünüzü, ilk duyduğunuzu...

ilk hayal kırıklığınızı, ki o sizi çok güçlendirdi; ilk nefretinizi, ki o sizi çok hırslandırdı; ilk intikamınızı ,ki o size bir şeyler yapabilecel gücünüz olduğunu gösterdi; ilk suçunuzu da alın...

çocuğunuzun ilk kez baba diyişini, ilk kez dünyaya bakışınızı, ilk kez günbatımını izleyişinizi, en çok sevdiğinizin ilk gülüşünü alın...

bunların hepsini bir yere koyun, dünyanın en korunaklı yerinin içine alın ve geriye kalan her şeyi yakın! evet, tek hamlede ve düşünmeden yakın.

sonra o dünyanın en korunaklı yerine gidin. ilklerinizle biraz vakit geçirip en önemli ilkinizi bulun. onu kendinizin en korunaklı yerine alın ve orada saklayın. sonra geri kalan her şeyi yakın...

yangında kurtardığınız "ilk"e sıkı sıkıya sarılın. öyle sarılın ki dünya ondan ayrılmayacağınıza kanaat getirsin.

o günlerde

biz o günlerde sevmeyi "sevmek" sanıyorduk
ve sevdiğin için kişiliği bırakmak gerektiğini bilmiyorduk

kitle iletişim araçlarında gördük
para etmeyen karpuzlar yolların kenarına dökülüyordu
bizim de sevgi sandığımız karpuzlarımız
çekirdeği ayıklanmamış hayallerimiz
hep aynı yolların kenarına dökülüyordu

bir şehrin rüyalarını paylaşıyorduk her birimiz
ve her birimizin rüyası aynı patlamayla bölünüyordu
burnumuzun dibinde,
yalnızca bir kaç boy farkı ilerde
adı meçhul işçiler çukurlara döküyordu demir artıklarını
bizim de rüyalarımız boyluyordu çukurun dibini
ve üzerine su dökülüyordu,
soğusun diye, unutulsun diye..

şehir griydi sadece,
ve bir kadından hoşlanmak için hoşlanmak yetiyordu sadece
sormuyordu kadınlar,
"bizi nereden duydunuz"
a) arkadaştan, b) reklamlardan

zaman her şeye ilaçtır lafına aldanıyoruz daha
zaman her şeye ilaç değildir aziz dostum
zaman sadece her şeyin üstünü kapatır

çokça zaman geçti sevginin ne olduğunu unutmamızdan
zaman,
sevginin üzerini kapattı sadece

heyhat büyüdüğüm şehir,
biz seni yaşamadık ki,
biz seni sevmedik ki,
bizimkisi bilyelerden dünyayı büyük gördüğünü sanmaktı sadece
ve senin camında tuttuk bilyeleri güneşe
belki biraz daha büyür de
daha çok aydınlatır diye

biz şehirden hiç çekmedik
biz şehri yaşayanlardan
biz seni soluyanlardan
biz o şehirde soluğumuzu kesip bizi ortada bırakanlardan çektik

biz o günlerde sevmeyi "sevmek" sanıyorduk
ve çocuk sayılmaktan utanmayarak
süte hala bisküvi banıyorduk.
Beyin harika bir organ; sabah kaktığınız anda çalışmaya başlıyor ve ofise gidinceye kadar da durmuyor!
Robert Frost
insanların sizden nefret etmelerini istiyorsanız, onlara size davrandıkları gibi davranın...

tabela değiştirme timi

Evet, bu bir tim ve ben bu timde beklenen üzere tek başımayım.
Aslında bunu kısmen ben seçtim ama bu timi genişletmem de olasılık dışı değil. Bunlara daha sonra değineceğim. Öncelikle her şeyin başlangıcından bahsetmek istiyorum. Hayır hayır, öyle bir sabah kalktım, bilmem ne marketine gittim ordan bilmem ne cafe’ye baktım ülkede türkçe isim kalmamış gibi bir şey değil. Hiç organize bir atak da değildi bu. Ben yalnızca parçaları birleştirdim o kadar.

Bundan tam 22 sene önceydi, tatil için Prag’a gitmiştim. Detayını pek hatırlayamıyorum ama bir gencin Sovyet rejimine ait bir tankı pembeye boyamasından, sonra da o pembe tankın yeni rejimin simgesi olmasından bahsetmişti rehberim. Böylesine vandal bir hareket nasıl olur da bir ülkeye yön verir anlamış ama bir o kadar da hayrete düşmüştüm. Ne garip, yaşananlar yıllarca geride kalmış olsa da, bana hissettiren şeyi detayıyla hatırlamasam da, o duyguyu bugünlerde ilk kez hissedermişçesine duyumsayabiliyorum. Dönüşümün ertesi hafta taksime gittim, devrim isteyen gençler standart eylemlerinden birini yapıyorlardı. Belli ki aklı başında bir güruh değişim istiyordu. Ardında gerçekten iyi bir sebep yoksa insanlar neden değişim istesinler ki? O aralar yine yıllardır bastıramadığım, su yüzüne çıkmasını engelleyemediğim o şeyi, her yerde gölge gibi zihnimi takip eden o duyguyu hissetmeye başladım, önüne geçilmez bir düzeltme dürtüsü. Dünyaya gelme misyonumun bir şeyleri değiştirmek olduğu yanılgısı, çok şeyi değiştirme gücüne kadir olduğum hissiyatı. Bunu üzerine bir hayli düşündüm ve düşündükçe daha çok inandım. Böylesine bir inançla donandıktan sonra misyonumu yerine getirmeye karar verdim. Birçok alternatif üzerine çalıştım. Öyle bir şey olmalıydı ki, sembolik olmalı ama takip edilmeli, hem değiştirmeli, hem de benim olmalıydı. Bir kaç ay sonra o 'şey'i buldum ve o şey beni kendine o denli bağladı ki hayatta tek yaptığım şey oldu... –sanırım- ben aman vermez bir tutkunun kurbanıyım.

Dünyayı değiştirmek kolay olmayacaktı, ama herkes evinin önünü süpürse tüm sokaklar tertemiz olacaktı (bu da puzzle'ın son parçası). İşte sırf bu yüzden kendi sokağımdan başladım. Her şeyi kusursuz bir plan dahilinde yapmalıydım, çok düzenli ve dikkat çekmeden ilerlemeliydim. Bir kaç yıllık planımı çıkardım, internetten haritaları, planları indirdim ve işe başladım. İlk "kurbanım"- ki ben daha çok  talihlim demeyi seçiyorum- hemen caddenin başından ilk sağa sapan pınar sokaktaki "pasha döner" oldu. Bir gece oraya gittim, kırmızı üstüne beyaz tabelada h harfinin üstünü kırmızı spreyle boyadım, beyaz spreyle de s harfine bir çengel attım. Sonra karşısından çaylaklık eserime baktım. İlk adımı atmıştım. Ertesi gün paşa dönerin sokağına girdim, gururla süzülecektim ki, bir anda başımdan aşağı kaynar sular döküldü: pasha yerindeydi. Pek bir akıllı dönerci eline aldığı bir bezle spreyleri silmiş, her şey halletmişti. Ben ilk günümde o kadar heyecanlanmıştım ki, planımın yüceliği üzerine kendimle öyle bir derin tartışmaya girmiştim ki, spreyin plastik üzerinden kolayca çıkacağı hiç aklıma gelmemişti.
Hemen soluğu Tahtakalede aldım. Boyacıların sokağına girdim ve bir hafta oradan hiç çıkmadım. O bir haftada neredeyse piyasadaki tüm boya türlerini, nasıl incelteceğini, hangi boyanın neyde tutup tutmayacağını öğrenmiştim. Bana oldukça pahalıya patlayan boya setlerimi 8. günde aldım. PVC için ayrı, etiket için ayrı, tahta için ayrı, tahta üzerine sürülen boya için ayrı, cam için, demir için, kepenk için... birçok boya aldım.

Genelde iş için geceleri çıkıyordum ve harekete geçeceğim sokak için en uygun saati belirlemem gerekiyordu. Gece saat 1.30dan önce ve sabah 6.30dan sonra bu işi yapamazsınız. İnsanlar genelde o saatlerde sokaklarda olurlar. 2.30 a kadar gece mesaisinden dönenler, bozacılar ve sarhoşlar sokaklardadır, yanılma payı ile birlikte 3.00 diyelim. Fırınlar, pastaneler ve börekçiler saat 5.30 da açılırlar, 4.30dan sonra da etrafta çalışanlarını, sabah uçağına yetişmeye gayret edenleri ve sabahlayanları görürsünüz. İşte arada kalan bir buçuk saat tüm sürenizdir. Sıradan sokağın tam anlamıyla uyuduğu, insanları nadiren gördüğünüz saatler. 2 mekan için eğer uygulamanız basitse 30 dakika yeter. Bu bir buçuk saatin hangi 30 dakikasını işgal edeceğinizi belirlemek için o sokağa 3 gece gitmeniz gerekir. Böylece aksiyon gününde kafanızda zamanla ilgili herhangi bir soru işareti olmadan işinizi yapabilirsiniz.

Bundan sonraki 3–4 talihlim de aynı caddenin farklı sokaklarındaydı. Tabi ben artık sprey yerine daha profesyonelce ekipmanlar kullanıyordum. Tarz yine aynıydı, boyama ekleme çıkarma. Hepsi de en geç bir hafta içerisinde tabelalarını değiştirdiler. Ben bu bir hafta zarfında yeni dükkanları listeme ekliyor, yavaş yavaş ikinci üçüncü caddeye geçiyordum. Eğer dayattığınız bir değişimin kalıcı olmasını istiyorsanız, yeniliği bir kez değil defalarca dayatmanız gereklidir. Ben bir yandan istikrarlı bir şekilde büyürken, diğer yandan ilk ziyaretlerime ikinci üçüncü kez gidiyordum. Her seferinde bir öncekiyle aynı değişiklik. Birçoğu üçüncüden sonra yeni tabelalarını kabul ettiler ve bir daha dokunmadılar. Bir kaçı, bir daha yapmamam için yeni haliyle tabela yaptırdılar. Böylece ben bir kaç ayda, onun üzerinde tabelayı kalıcı bir şekilde değiştirmiş oldum.

6 ay sonunda hatırı sayılır bir büyüme elde etmiş, işe de iyice ısınmıştım. Artık daha büyük işlere girişme vaktimin geldiğine karar verdim. Pasha'ya yaklaşık bir kilometre uzaklıkta lüks restoranların yer aldığı bir cadde vardır. Bir akşamüstü kahvemi içtikten sonra caddeyi keşfe çıktım. Gözüme ilk çarpan "moustique" adında bir fransız restoranı oldu. Standart keşif prosedürlerimden sonra bir gece buz gibi kesen soğukta restoranın önüne geldim. Bu seferki talihlim biraz zorluydu. Kahverengi ahşap bir fonun üzerine çakılmış 3 boyutlu harflerle yapılmış tabela için tabi ki farklı bir stratejim olmalıydı. Harfleri tek tek elektrikli el testeresi ile dibinden kestim, ahşap fonun üzerine beyaz bez gerip köşelerinden zımbalayıp spreyle "sivrisinek" yazdım. İlk büyük işim hayatta nadir heyecanlarımdan birini yaşatmıştı bana, öyle ki o geceyi uykusuz geçirdim. İki gün sonra yemeğimi tabi ki sivrisinek'te yiyecektim ki beklentim gayet hızlıca gerçekleşmişti. Para babası sahipler hemen ertesi gün eski tabeladan yeniden yaptırıp yerine asmışlardı. Yeni tabela asıldıktan sonra 3 gece mekanın çalışanları mekanın önünde nöbet tuttular, belli ki ünüm yayılmaya başlamıştı. Kulaktan kulağa yayılan efsanem, 3 gün boyunca askari ücret alan çalışanların soğukta beklemesine yol açmıştı. Ben kararlıydım ve bu tarz acıma-üzüntü veren şeyler kararlarımı etkilememeliydi. 8. gün tekrar mekana gidip tabelayı aynı metotla değiştirdim. İnsanlar bir şeyden rahatsız olduklarında onu 7 gün kontrol ederler. 8. gün rahatsınızdır. Bunun gibi birçok insan doğasına ait ruhsal- psikolojik bilgiyi bu yolda öğrendim. 8. gün beklediğiniz üzere aynı şekilde tabelayı değiştirdim, 9'da eski haline dönmüştü bile. İnsanlar bir şeyden ikinci kez rahatsız olduklarında bu sefer onu 14 gün kontrol ederler. 25. gün tekrar aksiyon alabilirdim. Bu kovalamacanın sonsuza dek süreceğini düşündüğümden, eski tabelalarıyla aynı renk, aynı karakter, aynı fon sivrisinek yazdırdım. Gece gidip moustique tabelasını söküp yerine taktım. 21 gün daha bekledim ve yerine gelen tabelayı 37 gün söküp bir kez daha orjinaline sadık sivrisinek astım. Eğer bir şeyi 21 gün yaparsanız alışkanlık haline gelir. Sanırım biraz bunun etkisiyle, biraz da sahiplerin düşmanına duydukları saygıdan, mekanın adı "sivrisinek" olarak kaldı. Ben de böylece listemin en alt satırına sivrisinek yazıp 65. kişisel zaferimi kutlamaya başladım.

65. zaferim benim için en özel olandı. Adım değil belki ama sanım medyada ilk kez o zaman çıkmaya başladı. Bir kaç hafta içinde gazetelerde "kim bu inatçılar" "(türkç)eleştiriyor" "anarşikler bunaltıyor" gibi manşetlerde gizli özne olarak yer almaya başladım. Çoğu makale överek ya da söverek başlıyor ama hep aynı soruyla bitiyordu: kim bunlar? Belli ki herkes bunları tek başına birinin yapabileceğine inanmamıştı ve bu inansızlığın sonuçları ile birlikte medyatiklik başıma büyük belalar açmaya başlamıştı.


İlk başladığımdan beri birçok kez fiziksel tehditle burun buruna geldim. Tehdit falan derken, bildiğiniz tekme tokat dayak yememiş olmam büyük başarıdır. Benden yaka silken mekan sahipleri önlemlerini gittikçe sertleştiriyorlardı. Kimi zaman mekanların önünde eli sopalı çalışanlar ve biber gazlı güvenlikler beni bekliyordu. Bugüne kadar eğer hiç bir kemiğim kırılmadıysa bunu tamamen gözlem prosedürlerime borçluyum. 65. tabelamdan sonra bunların değişeceğinin farkındaydım. Manşetler ve ilginç açıklamalar beni gittikçe daha yeraltı olmaya, daha tedbirli davranmaya itiyordu. Sırf beni düşüldükleri için insanlar sadece tabelalarına bakan kameralar almaya bile başladılar. Tabi ki o mekanlara asla yaklaşamazsınız.


Sürekli sürmanşetlerde olmamın doğal bir sonucu olarak bazı gençlerin merakları bu hadiseye bir hayli uyandı. Kendini de bu yolda sorumlu hisseden küçük gruplar farklı bölgelerde benzer eylemler yapmaya başladılar. Bu "suç"tan 4 ayda 45 kişi tutuklandı ve tekrarlamamak üzere serbest bırakıldı. Ben de bu boşluktan faydalandım ve o dönem eylemlerime ara verdim. Her yakalanan gerçek tabelacı benim diyordu, herkes rahat bir nefes alıyor, fakat ertesi hafta yeni biri türüyordu. 45. kişiden sonra olayların ardı arkası kesildi ve ben bu dönemi yalnızca yeni hazırlıklar yapmakla geçirdim. İnsanlar tehditlerin geçtiğini düşündüklerinde gerçekten tehdit olup olmadığına bakmazlar, düşüncelerine takılı kalır ve haddinden fazla rahatlarlar. Mekan sahipleri iyice kendilerini saldıklarında ben de tekrar eylemlerime başladım.


 Eylemsiz geçen birkaç ay benim için çok faydalı olmuştu, beklenen üzere o dönemimi tahtakalede, sirkecide, Eminönünde geçirdim ve tekniğimi geliştirecek malzemeler aradım. Artık yeni eylemler için hazırdım ve bir gökdelenin tabelasını değiştirecek donanıma sahiptim. Dahası zamanla kendi icatlarımla tekniğimin üstüne teknik kattım. Hala bu teknikleri kullandığım için fazla açıklamak istemiyorum.


İyice tutku haline dönüşmüş, macun kıvamındaki bu hayat tarzının yüzünden iyice hayattan soyutlandım. Gündüzlerimi evde düşünerek geceleri de ya keşifte ya da aksiyonda geçiriyordum. Nihayet 5 yılın sonunda yüzlerce talihli benim dayatmalarımı halihazırda kabul etmişti. Bu 5 yıl, birçok kişisel başarı, medyatik bir gizlilik ve yüzümü görmeyen birçok hayran kazandırdı. Götürdükleri de bir o kadar büyük ve ihtişamlı oldu. İlk eylemimden sonra satıcılar dışında kimseyle konuşmadım. Zaten psikolojimi kaplamış olan yalnızlık yerini iyiden iyiye ıssızlığa bırakmıştı. Arkadaşlarımla, kapıcı da dahil etrafımdakilerle, konuşmaz olmuştum. Sabahları bıraktığı gazetelere dokunmuyor, siparişlerimi yazıp kapı önündeki sepetten alıyor, parasını da oraya bırakıyordum. Çöplerimi dahi sabaha karşı bırakıyordum ki hiç yüz yüze gelmeyelim. O kadar çok önemli işlerim vardı ki, ne boş muhabbet edecek, ne de gazete okuyacak vaktim yoktu.

 İlk zamanlar timi genişletmeyi bir hayli düşündüm, ama hiç fiiliyata geçiremedim. Aslına bakarsanız bu fikri hiç kimseye söylemedim de.  Ne zaman bu düşünce aklıma gelse, yanında olası cümleleri de getiriyordu, “aman nasıl olacak ki, yakalarlar, yaşatmazlar” lafları, “boşa vakit kaybı, hayatıma yön vermem lazım böyle şeylerle uğraşamam”lar, “ben karnımı doyuramıyorum, miras fazla geliyorsa saçacağına ver de karnımız doysun”, ve de o anlamsız, boş, klişe alıntılar: “Nietzsche der ki: uçurumları sevenin kanatları olmalı”. İnsanın bir şeye inanma isteği varsa onu ilk frenleyenler atalarıdır, aforizmalardır, atasözleridir ki zaten risk alarak da yaşayan hiçbir atayı bilmiyorum. Bunu yapma da o olur da, bu da şu da. Kendi düşüncelerimin sınırlamasıyla, kendi yolumda kendimle birlikte devam ettim.
 

 Kendi kendime hiç de fena yoldaşlık etmiyorum derken; 5 yılın sonunda, artık yüzlü rakamları bir hayli aşmışken timi genişletmek fikri yeninden aklıma düştü. Artık öylesine yalnızlaşmıştım ki değil teklif edecek, konuşacak insan bile kalmamıştı hayatımda.


 Ben hala bunları düşünürken işler iyice rutine bindi. Başka bir projeye başlamayı bile düşündüm zaman zaman ama hiçbir zaman asıl misyonumun yerini doldurabileceğine kendimi ikna edemediğimden hızlıca bu fikirden de uzaklaştım.


Bugün 21. yılımı kutluyorum ve bin bilmem kaçıncı –artık saymayı da bıraktım- kez zafer havasındayım. Ben, peynir ve domates.


Bunca üne, şana ve para kazanma fırsatına rağmen yüzümü göstermeyi hiç düşünmedim. beni saran amansız yalnızlığı sevmeye başladım sanırım. Artık medyada da eskisi kadar yer almıyorum. Zaten işim de gittikçe zorlaşmaya başladı. Artık insanlar tabelalar yabancı yapmıyorlar. Biliyorlar ki manyağın biri onları birer birer, hiç yılmadan değiştirecek ve ilk canı sıkılan hiçbir zaman o manyak olmayacak. Manyaklar zaten sıkılmadıkları için manyak değil midir? Ortada hiç göz ardı edilmeyecek bir gerçek var, yabancı tabela oranları neredeyse yok sayılacak rakamlara düştü ve bu da demek oluyor ki iş imkanlarım gittikçe azalıyor. Ne kadar denesem de, ben –kendime göre hiçkimse, gazetelere göre tabelacı-  eylemleri bırakamıyorum; ben onları bıraksam da onlar beni bırakmayacaklar biliyorum. Bu biraz da işime geliyor, çünkü başka bir iş bilmem, elimden gelen de bir tek budur. İnsanlar bir şeyi 21 yıl yaptıklarında artık o tutku olmaktan çıkıyor, artık o şeyin tutkusu insanın ta kendisi oluyor.


Hikayem en basit şekilde bu şekilde anlatılabilirdi sanırım. Sorular için dönebileceğiniz bir telefon numarası ya da mail adresi ne yazık ki yok.


Şimdi gidip 35 sokak gezmeliyim. 35 sokakta bir tabela bulursam kendimi şanslı hissedeceğim.


Son olarak şunu belirtmek isterim ki, bu mektup bir başarı öyküsünü anlatma veya kendini övme eseri değildir. Bir yalnızın yardım çağrısıdır. Bir şekilde eline ulaşıp da bu yazıyı okuyabilenlerden tek bir ricam var: eğer hiçbir şey yapamamanın verdiği sıkıntıdan, ve beraberindeki yalnızlıktan ölmemi istemezseniz, lütfen birkaç tane yabancı tabela yaptırınız. Tabi bunun için öncelikle bu yazıyı gönderdiğim 23 gazeteden birinin yayınlaması gerekli…


değişimle kalınız
tabelacı




yarın geliyor

2 gündür bir öykü üzerine çalışıyorum ve sanırım yarın, 3. gününde yayınlayabileceğim..

bekleyin :)

30-40 basamak

az önce metrobüsten gelen 30-40 basamağı nasıl indim bilmiyorum, alışkanlığın ortasında kaybolmuş gibi.

hava yeni kararmış, ben insanların karanlığını yararak gidiyorum. insanlar hep karanlık mıydı, yoksa başka şeylerin gölgesi yüzlerine mi düşüyor?

ağır ağır yürüyorum, üzerimde her iş çıkışı gibi siyah bir palto var. bu palto, işte bu palto, sahip olduklarımın üstüne bir kaç kilo daha ağırlık katıyor. hiç olmadığım biri gibi davrandırıyor bana, o paltonun siyahında, henüz damıtılmamış, ilik ilik işlenmiş iş sıkıntılarım var..

yürüyüşüm biraz hızlanıyor, eldivenlerimi bileklerime doğru çekiştiriyorum. bu eldivenlersahip olamadıklarımın üzerine bir kaç kilo ağırlık aktıyor. hep olduğum gibi davrandırıyor bana; o eldivenin bileğimi kapatışında, parmaklarımı açıkta bırakışında sahip olamadıklarım var.

yer beni yavaş yavaş kendine çekiyor ayakkabılarımdan. belki 45 numara büyüktür ama her şeyi alacak kadar değil. içlerinde sahip olduğum tüm gereksiz şeyler var. beni olduğum yere daha sağlam, daha hareketsiz ve daha nedensiz mıhlıyorlar.

tüm bunları düşünmem sadece 10 saniyemi alıyor.

karşıya geçiyorum, mecidiyeköyün hiç aydınlatılamayan karanlığına, viyadüğün altına geliyorum. bir ses geliyor, yere bir şey düşürmüş olmalıyım. 10 kuruş yerde yuvarlanıyor, bi yüzü ışıktan sararmış tam önümde duruyor. almak için eğiliyorum, sağ dizimi yere koyup elimi hafifçe uzatıyorum. paraya dokunup, doğrulmaya niyetlenirken içimdeki ses konuşuyor, " kal" diyor. başımı hafifçe öne eğiyorum, sağ dizim hala yerde. bir  frederic chopin melodisi çalmaya başlıyor, gittikçe yükseliyor, trafiğin sesini gittikçe bastırıyor. trafik sesi iyiden iyiye bir vızıltıya dönüşüyor ve birden kesiliyor. "kalk" diyor içimdeki yine chopin eşliğinde. kalkıyorum. içten gelen bir dalga omuzlarımdan kollarıma doğru yayılıyor. aniden kendi eksenimde dönmeye başlıyorum. evrenin sonsuzluğunda ben sağdan sola halkalar çiziyorum.. ben dünyanın üzerinde, dünya güneşin çevresinde, güneş kim bilir nelerin çevresinde dönüyor. bir tek üçümüz varmış gibi sanki... 
gittikçe hızlanıyorum, döndükçe daha çok dönüyorum. önce montum fırlıyor sırtımdan, "işsel sıkıntılarım" diyorum,  etrafa saçtığım hava dalgasını yararak ilerliyor. sonra yükseldiğimi hissediyorum, ayaklarım yerde ama sanki bedenim yükseliyor. anlamaya başlıyorum, benliğim bedenimden ayrılıyor, kabımdan taşıyorum. benlik gittikçe yükseliyor, dizlerim kafamın hizasında. benlik başını eğiyor, bedenimi görüyor, ellerimden eldivenlerim fırlıyor her biri ayrı tarafa savruluyor. benlik, maddiden kopuyor. bedene mıhlanmış ayakkabılar erimeye başlıyor, siyah bir sıvı halinde yerin dibine doğru batıyor... benlik hala yükseliyor, sanki nefesmiş de kimse almıyormuş gibi duruyor.. nefes geçince aklımdan anlıyorum, ben nefesim, nefes benliğim diyorum, bedenin ben olmadığımı anlıyorum. 

benliğimin daha da yükselmesini bekliyorum, az sonra çok yukarıda olacağım diy... canım acıyor, kafam acıyor, başardım kafamı kırdım, daha doğrusu benliğimin kafasını kırdım, bedeniminki sağlam ama benliğimi kırdım... yükselince viyadüğün içinden geçer sanmıştım, geçmezmiş.. afallıyorum. ovalıyorum, benliğimin kafasında acıdan başa bir düşünce yok, sadece ovalıyorum, canım öylesine yanıyor ki.. ne bedenim, ne benliğim, ne burası, ne orası, hiç bir şey umrumda değil sadece canım yanıyor.
benliğin sınırı olmaz sanmıştım olurmuş, bir taş yığını, saçmasapan yerleştirilmiş çirkin vir viyadük beni durduruyor... küfrediyorum, çok küfrediyorum.. "ben sıçarım böyle işin içine" diyorun, benliğim bedenime yavaş yavaş geri dönüyor ve işte evet yine dönüyorum; bedenim ağrıyor. bedenim, ne çok yormuşsun kendini... derman kalmıyor vücudumda, bacaklarım ne bedenimin, ne de az önce yaşadıklarımın ağırlığını taşıyamıyor. yere düşüyorum. sırtım yerde, gözlerim karşıda; karşıda yalnızca viyadüğün altı. nefes alış verişim çok hızlı, ciğerlerim delinecek gibi hissediyorum.

gene geleceğim viyadük, yine geleceğim.. ben benliğimi daha da özgürleştirip geleceğim, seni de, senin gibileri de, dünyayı da yenmek için geleceğim...

ayaklarım üşüyor, ayakkabılarım nerede?

nedense bir dream theater isteğidir gidiyor bende bu aralar.. buradan şarkı sözü paylaşmak pek adetim değildir, video asla paylaşmam ama bunu yazasım var çok..

Watch me
Fading
I'm losing
All my instincts
Falling into darkness

Tear down these walls for me
Stop me from going under
You are the only one who knows
I'm holding back

It's not too late for me
To keep from sinking further
I'm trying to find my way out
Tear down these walls for me now


(DT- These Walls'tan..)

"bunu unutma ama, hatırla ama..."

bilenler bilirler, geçen hafta taşındım.

dün son kez gittim evime, benim canım, güzel evime. son dediysem aslında bir kaç kez daha gideceğim, ama içinde eşyalarım varken son kez gittim..

kocaman evden daha küçük bir yere geçince, haliyle sakladığım bir çok şeyi çöpe atmak durumunda kaldım. o çöpler işte evin içindeydi, dün gittik, bir güzel hepsini çöp torbaları ve kutulara doldurup evin karşısındaki çöp yığınına bıraktık.

aradan bir 10 dakika ya geçti ya geçmedi. karton toplayan bir genç, yanında annesi ve -sanırım- kız kardeşiyle geldi ve hepsini yağmalamaya başladılar.

"bunu unutma ama, hatırla ama..."

odamın penceresinden izledim tüm olanları. birer birer ayıklanmaya başladı her şey. işe yarayanlar ve yarayacak olanlar yavaş yavaş ayrıştırıldı. alt katımızda kahvehane vardır bizim. oranın önünde duran akbabalar da izlemeye başladılar. onların içinde giyimi düzgün, ceketli biri yaklaştı yığınağa. aradan iki tane ajanda aldı, incelemeye başladı yavaştan. o kırmızı kaplı ajanda..yazdıklarımı bir yere yazayım diyip de, her seferinde olduğu gibi bir kaç yazı karaladığım ajanda. atmadan önce bakmıştım, bir kaç sayfa alıp göndermiştim çöpe. o ajanda artık bir başkasının ve içine ne yazar, ne eder hiç bir fikrim yok...
yığınağın içinden bir ütü çıktı. seneler önce bozulan ütümüz. neden sakladığımı hiç bilmiyorum bile. bir anda aldı yere vurdu ütüyü, yere vurmasıyla birlikte, ütüyle beraber çok şeyi kırdı. içimin acıması bir yanda, o ütüyü bizim ütümüz yapan her şey, o ütüyle ütülenen tüm kıyafetler, o ütüyü tutan tüm eller, o ütüyü belki bir gün işe yarar diye saklamamız, hiç bir zaman kullanılmayacağını bilsek de bir şekilde yer kaplamasına izin vermemiz... hepsi yer ile yeksan oldu bir anda..

"bunu unutma ama, hatırla ama..."

ceketli adam bir daha yaklaştı. bir şeyler almak istedi belli ki. kadın durdurdu onu, buraya atılan her şey bizim olur dedi.. abim içersen sana bir şarap vereyim dedi. bir kaç sene önce avşadan alınan şarap çıktı meydana, çoktan soteye ayrılmış. adam şarabı aldı, arkadaşlarının yanına gitti. konuşmadan sonra geri verdi. belli ki içine tereddüt düşmüştü. ablam dedi, "al abi be iç işte sorgulama" dedi. adam şarabı aldı, ceketinin içine koydu.
o şarap, bayat olduğu için içilmemişti.. umarım içmez biri.

"bunu unutma ama, hatırla ama..."

kartoncu çocuk, çikolata ya da sakız bulmuş olacak ki, yığının üstünden bir şey alıp ağzına attı.

bir adam yaklaştı, üstte duran yastıkları istedi. o yastıklar, oturma odamda televizyonun karşısında sırtımı dayadıklarım. bir insana sırtını dayamak zor ama bir yastığa dayamak ne kadar kolay.. işte o sırtımı dayadıklarım gitti bir anda... her sırtımı dayadığımız, hiç tanımadıklarımıza gidecek mi bir ara...

"bunu unutma ama, hatırla ama..."

sadece 30 dakika, bilmem kaç yılımın yağmalanması sadece bir yarım saat. taşıdıklarım, yanımda götürdüklerim  bundan sonra da hep yanımda. ya attıklarım, ya atsam mı, kalsa mı diye tereddüt ettiklerim? zor ayrıldıklarım, ayrılmak zorunda kaldıklarım? sadece 30 dakika..

"bunu unutma ama, hatırla ama..."
fazlaca karışık hayat blogun biraz dışına itti beni bu aralar,

can hemen arayı kapatmak ister...
dün dünyanın en güzel kumrusu geldi pencereme,
"merhaba" dedi,
gitti...