Bulutların üstünde, filmin gölgesinde


SOL= sol-o alivio

(kitabımı bırakıp bunları yazdığım için kendime kızgınım).

Mis gibi kafam karışık, midem bulanıyor, içim kararmış halde ve kelimelerim sessiz sakin duramıyor (yazarların da kafası karışık olabilir diye kandırıyorsun kendini, yapma ama, dürüst ol kendine.)

Marcus’la konuştuk uzun uzun. Ne anlatsam aklım filme gidiyor. Matrix de matrix. 1-2-3-3-2-1. Her şey ama her şey ona benziyor. Hangi kısımları neresine benziyor? (Genelde buradalarda “bilmem” yazıyorum. Bilmem yazdığım çoğu zaman cevabı biliyorum.) Bilmem. Parça parça birçok yeri, hepsi ve hiçbir yeri.

Filmleri severiz.( Soru sormadan yazmayı mı öğreniyorum, ne? yazar soru sormaz, okuyucuya sordurtur. Çok biliyorsunuz. Sordurtur. Sordurtmak ne saçma kelime. Sordurt sordurt, absürt absürt) Birçok farklı sebeple severiz.   

-Gerçek hayata benzerler

-Gerçek hayat onlara benzer

-Gerçek hayatla ilgisi yoktur, olmak istediğimizle ilgisi vardır

-Gerçek hayatla ilgisi yoktur, olmak istemediğimizle ilgisi vardır

Hepsi ve hiçbiri. (Saçmalık, öyle şey mi olur, olur efendim olur, binbir türlü film var hepsini bir cümle ile nasıl tanımlayalım)

Bazen hayattan selvi boylum al yazmalım beklersin, olmadı çiçek abbas, hadi hepsini geçtim bir bubikoğlu filmi en azından... hayat bana matrix verir. Gönder gelsin. Önce filmi anla, sonra hayatı ya da tam tersi. Ben iki karakter yaşıyorum. Tıpkı thomas anderson gibi. Bir parçam aramakta, diğeri olduğu yerde; hareket edemez, akışa kapılır, su giderse gider, durursa kalır. Morpheus’u arıyorum sabahlara kadar. Bir amaçmış gibi, araç olacak olsa da filmin sonuna doğru, amaç şimdilik, daha saatler alacak anlamamız, belki anlamadan kaybolacağız. Sikerim öyle işi. Ben bir sefer küfretmiştim de, SOL şaşırmıştı hani, muhallebi çocuğu muyum ben, bozulmuştum, küfür yakışmaz bana ama en güzel ben küfrederim. Yerinde, nazik ve kırmadan küfrederim. İnsanlarla değil derdim, olaylarla, insanlara küfretsem de tepkim olaylara. (yalan). Film oldu hayatım, film. (Şarkı bari olsaydı be, şey mesela, ellerim kelepçede, tütünsüz, uykusuz kaldım, ya da sen kazamazsın kazılı kuyum, yok yok, en iyi bekle beni olurdu, bekle beni geleceğim, kim bekliyordu, kim kalıyordu, giden gidiyordu, kalan bekliyordu, bende bir resmin var yüzüme bakmıyor, çık artık şarkılardan, tamam). Hayatımın sevdiğim bir filme dönüşmesi, beklenenin aksine, beni mutlu etmiyor.( hani gerçek hayatla ilgisi yoktu. Var. Yok. Var. Hay lanet)

Marcus dedi ki karşında senden büyük bir oyuncu var.

Doğru. Ben oyunları seviyorum, oynamayı seviyorum, oyunu kurmayı seviyorum. Bugünlerde her yere bunu yazıyorum: bir tarafım hala çocuk. Oynamayı seven bir çocuk. Kazanmak umrumda değil, oyunu seviyorum.  Bu sefer SOL dedi ki:  benim kurallarım benim dünyam. (Ajan Smith dünyayı ele geçirdiğinde böyle demişti, Sol dünyayı ele geçirdi) Kim böyle bir şey diyebilir, güçlü olan, oyunu kuran, ipleri elinde tutan. İplerin bende olmamasından hoşlanmıyorum. İpleri geçtim, bari oynayabilsem, onu da yapamıyorum. SOL beni çaresiz bıraktı. Kızgınım. Kırgınım. O nasıl isterse öyle olacak. Sonunu o getirebilir ancak.

Giderken her güzel şeyin bir sonu var dedi. (Everything that has a beginning has an end – Başlangıcı olan her şeyin sonu da vardır) Sol dedi, Kahin dedi. Sonun iplerini de elinde tutuyor. Ne acı.

Neo ölmüştü bir kere. Son demişti. Son geldi. Sonra devam etti ayağa kalkıp. Her son bir başlangıçtır, aptalca bir yaklaşım. Son dediğinde bitmiyor ki. İçinde neler kalıyor, ne izler ne acılar, ne anılar, ne fikirler. Perde inince insanın içindekiler de buharlaşmıyor.  Kalanlar başlatmıyor. Başlatanlar aman vermiyor. Sorun başlatanda değil, sonlandıranda da... Sorun başlangıcımsı ile sonumsu arasında olanlarda. Keşke sihirli bir değneğim olsaydı. (Sihirli bir nesnem olsa değnek der miydim ona? İğrenç bir kelime)

Gidelim buralardan derdim ona. Nereye diye sorardı. Bilmem derdim. (o zaman gerçekten bilmezdim). Keşke gitseydik. Nereye? Bilmem. Fark etmez. Gidebilecek gibi olsak bile yeterdi. SOL tam bir Trinity’di. Benimle beraber makineler şehrinin kalbine girerdi. ( Okuyucunun kafasını karıştırıyorsun. Karışsın. Bir daha okusun olmadı. Hep benim mi kafam karışık olacak, biraz da okuyucununki karışsın.)

Kahin ona kendini bil dedi.  Marcus’a bunu diyemedim, sanırım uzun süre ben kendimi bilemedim. SOL Morpheus oluyor, kendimi bilmeme yardımcı olacak olana beni götürüyor, SOL kahin oluyor, anlamamı sağlıyor, sonra SOL Smith oluyor. (Smith SOL olamaz, SOL iyilerden, benzetme bu, benzetme, olsun sen SOL’u ona benzetme) Her yeri SOL kaplıyor. Sağa baktım o, sola baktım o. Herkesi o sanıyorum ama kimse o değil. Marcus bir gün karşılaşacaksın diyor. Marcus yavaş yavaş kahin oluyor. (Çok karıştı herkes herkes oluyor. Evet. )

Şimdi metro istasyonunda sonsuza dek koşup hep aynı yerde kalan Neo gibiyim. ( Bir Neo oluyorum, bir Kahin, Tir trinity). Yolu trenci biliyor. Metroyu trenci işletiyor. Trenci hiç yardımcı olmuyor.

Zion kalemiz. Düştü düşecek. Sağlı sollu ataklar geliyor. Hayat benim içimden geçmeye çalışıyor. Marcus Mifune’a dönüyor, limanı kaybettik diyor, ben zaten kaybetmiştik diyorum. SOL nerede bilmiyorum ama tahminimce enerji hatlarının üzerinden gidiyor. Bir gün dönmesini bekliyoruz ve bizi kurtarmasını. Umut dostlarım umut, umut yaşatır, umutsuzluk süründürür. Zion düşecek, biliyoruz, umutsuz değiliz yine de, umutla umutsuzluk arasında yürüyoruz. Bir hedefimiz olmalı, böylece karşıya bakarak yürüyebilir ve dengemizi kaybetmeyiz. Hedefimiz yok, demek bir tarafa düşeceğiz, umuda ya da umutsuzluğa. (Okuyucu umuda düşersin inşallah diyor burada, der misin lan, oha okuyuca lan denir mi, denmez, denir, bin kere lan, on bin kere lan, dur okuyucunun önünde kavga etmeyelim şimdi, nerede edelim, ikiyüzlü olalım, diğer odada kavga edelim, okuyucunun yüzüne gülelim, pisiz biz, yazanlar, hep pisiz, onları kandırırız. Okuyucu aptal değil, kanmaz. Elbette. Sen okuyucuya yalakalık mı yapıyorsun? Evet. Bu kurallara aykırı. Kurallarınıza sıçayım. )

Hayatta riskler var. Bazıları alınması gereken riskler, bazıları alınmaması gereken. Alıyorum, sar ordan, en büyüğünden bir risk. Bedeli büyük, riskin bedeli büyük, fiyat etiketini gördün alacak mısın, aldım bile. Nasıl ödeyeceğim bilmiyorum. Daha filmin başında Neo alamadı riski, olaylar böyle gelişti, belki iyidir böylesi, bilemezsin, ya almasaydı riski, kim bilir nasıl olurdu, elbette kahin bilirdi ya da bilmezdi. Anlamıyoruz. Kahin diyor ki, seçimler. Senin seçimlerin diyor. Dinliyorum. Anlamaya çalışıyorum, anlamıyorum. Daha önceki matrixleri de anlamamıştık. 5 tane daha varmış eskiden. Bu altıncı. Kim dedi, mimar dedi. Benim hayatta Mimarı bulmam lazım. Acaba SOL Mimar mıdır? Değil. Mimar yenildi. Oyunu kuran yenilmezdi. Ben Mimarım belki. Yenildim. Kibirimle, kendimi beğenmişliğimle, şımarıklığımla, ben... mimar... memnun oldum. (uçuyorsun, evet, yeter biraz ayakların yere bassın, bugüne kadar bastı da ne oldu, dünyanın üstünde duruyoruz diye kendini ondan büyük mü sandın? Yeter artık acı çekiyoruz burada. Yetti be yetti.)

Trinity ilk ve son kez güneşi bulutların üzerindeyken görmüştü. (sol’un ispalyolcada güneş demek olduğunu anlatmalısın. Aman bana ne)

Film bitti sandık. Üçüncüden sonra. Yılsonunda dördüncüsü geliyor.Bu tanrının bize bitti sandığınız şeyler bitmemiş olabilir deyişidir. Bitmemiş olabilir. İnansan da inanmasan da.

Belki, bir kaşık, var.