Kapılar

Her gün değişik ama bazıları çok değişik.
Günler bir çok farklı tanımlama ile ifade edilebilir. Pazar günü için ise tek tanım “çok acayip” olabilirdi ancak.
Ne kadar acayip?
Uyuyamadığım zamanlardan kalan bir alışkanlığım var. Bazı geceler, yatağımda o kadar çok düşünürdüm ki, uyuyamamak mı düşünmeme yol açıyor, yoksa düşündüğüm için mi uyuyamıyorum karar veremezdim. Gün içinde gördüğüm bir Suriye’li çocukla başlayan düşüncelerim gittikçe derinlere dalar, su altında kilometreler kat eder, bazı renklerin neden daha rahatlatıcı olduğuna dair bir yerden tekrar su yüzüne çıkardı.
-Yahu ben bu konuya nasıl geldim?
Sonra sonra, nasıl geldiğimi anlayabilmek için, düşündüğüm en son konudan geriye gitmeye başladım, taa ki ilk konuya dönene kadar “ o bunu hatırlattı, bunu oradan diğerine bağladım” diyerek zihnimin polisiyesi, dedektif düşünceleri geliştirmeye başladım.
Dedektif düşüncelerin fark etmemi sağladığı şey, tarihe ‘kapılar teorisi’ olarak geçecekti. Geçecek-ti diyorum çünkü benden başka kimse duymadı, bu zaman kadar kendime sakladım. İnsanlığa açsaydım belki tarihe geçme ihtimali olurdu, sanırım.
YinebBir uyuyamama nöbetinde aklımda şimşekler çaktı. Zihnin, sonsuz büyüklükte, odalardan (ya da alanlardan) oluşan bir yapı olduğunu keşfettim. Akıl ya da bilinç, bu yapıya ilk düşünme anında, herhangi yerinden giriş yapıyor. Uykudan uyanıldığında ilk düşünülen şeyin başlangıç odası olduğunu düşünelim.Hemen bu ilk odada önüne farklı boyut ve özelliklerde kapılar çıkıyor. Akıl bunlardan birini seçmek zorunda. Seçimle beraber başka bir odaya, bir öncekiyle bağımsız yeni düşünce düzlemine geçiyor. Oluşunun konumlandırdığı odada fazla kalsa da, hiç çıkmak istemese de, hayatın akışına bağlı olarak çıkmak durumunda kalıyor. Çıkış kapısından sonra yine kapılar, yeni kapılar, çok kapılar. Bu kapıların arkasında, yaşanmışlar, yaşanmamışlar,hayaller, geçmiş, gelecek, aile, sevgi, nefret, bilgi, bilim… her birinin ardında farklı bir oda var. Bazı kapılar o kadar çekicidir ki, başka bir kapıyı görmeyiz bile; heyecan yaratan bir insan gibi, o kapının ardındaysa, istesek de, istemesek de, yönümüz o kapıya doğru olacaktır. Bazı kapılar o kadar büyüktür ki, diğerlerini görmez direkt ona yöneliriz.. Yakınımızdaki birinin üzüntü veren rahatsızlığı gibi. Üzüntü odasının kapısı diğerlerinin yanında çok büyütür. Bir keşif, başkalarının da karşısına çıkan ama küçük olduğu için fark edilmeyen bir kapıdan geçmekle başlar. Seçimleri yöneten çağrışımlar var. Yarınki toplantıyı düşünmek, toplantı sırasında kahve ikram edilmesi, daha önce Sercan’la içilen kahve, Sercan’ın eşi, eşinin almak istediği mont, berenin kışı çağrıştırması, kar ve kar lastiği… kar lastiğini nereden alsam? Ben toplantıyı düşünürken buraya nasıl geldim?
Kapılar teorisi, benim düşünce düzlem-zamanında geçmişe yolculuk yapmamı sağlayabiliyor. Son alandan geriye doğru giderek ilk kapıya ulaşma oyunui, zihnin karanlık sonsuzluğunda el yordamıyla ilerlenen bir maceraya atılmak gibi.
Geçtiğimiz pazar günü, bu oyunun en güzel versiyonlarından birine şahitlik etti. Tüm kapıları açıklamak belki mümkün değil ama, en azından büyük olanları yazmam lazım.
O gün rutinimsi  bir hareket olarak bir kahveciye gittim. -Kahve ve kitap sevdiğim bir ikili.-  Hani bazı günler, ne yaparsan yap, ne düşünürsen düşün, ne görürsen gör, insan kafasının içinde arka planda bir düşünce dönüp durur ya, işte Pazar günü tam anlamıyla buna sahip, öylesine bir gündü. Bahsettiğim beni durduran ve de burada tutan güç  hakkındaki fikirler Pazar günümü arka koltukta sessizce ama nedensiz bir keyifle izliyor,  beğenmediği bir sahne olduğunda senaryoya müdahele ediyordu. Yaşasın interaktif yaşam sahneleri! Düşünceleri ait olduğu yere, arkaya ittim ve okumaya başladım. “Hayat içimizde, dışımızda bir dünya yok, dışarısı bizim yansımamızdır” temalı yüce kitabım beni farklı dünyalara itiyor, galaksiler arası gezintide kitap gittikçe ağırlaşıyordu. İnsanlara bu kadar ağır sorumluluklar yüklemek doğru değil diye düşünürken iki kelimeyle beni fiziksel dünyama geri döndürdü:
Gordion düğümü.
Ürperdim ve kitabı elimden bıraktım. Gözlerimi boşluğa dikip düşünmeye başladım. Tabi ya, Gordion düğümü. Unuttuğum bir hikayeyi hatırladım. Hikayeyi canlandırırken kalkmış ve kendimi sokaklara atmıştım.
Anadolu’nun en eski uygarlıklarından biri olan Frigler kendilerine bir lider arıyorlarmış. Kahin şehre arabası ile giren ilk kişiyi kral yapmalarını söylemiş ve yeni lider bu yolla seçilmiş. Kral, bu olayı sağlayan arabasını tanrıya adamış ve sıkıca bir düğümle tapınağa bağlamış. Düğümü çözen kişinin tüm asyaya hükmedeceği inanışı kulaktan kulağa yayılan bir şehir efsanesine dönüşmüş.
Aynı dönemde, babasının ölümü üzerine Makedonya Krallığında tahta yeni lider çıkıyor. Genç ve dinamik, kurdetli Büyük İskender. Kral olduğu ilan edildikten hemen sonra doğuya sefere çıkıyor. Trakya üzerinden Anadolu’ya giriyor, ayak bastığı her şehri, Spartalılar dışında tüm yunan uygarlıklarını hükmü altına alıyor. Ege üzerinden güneye inerken Friglerin tapınağında düğümü çözmeye çalışıyor, sabrı tükenince bir kılıç darbesi ile kesip atıyor.
O dönemde tüm Asya’yı hükmetmek için, Yunan, Pers, Mısır, Hindistan ve Çin gibi çok kuvvetli güçleri devirmesi gerekiyor. Karşılaşacağı devasa orduların bilincinde, Anadolu’yu hükmü altına aldıktan sonra İskenderun civarlarında Persler ile karşı karşıya geliyor. Perslerin ölümsüz ordusunu deviriyor, güneyde Mısır’ı ele geçirip İskenderiye şehrini kuruyor. Rotasını uzak doğuya çevirip Afganistan ve Hindistan’ı ele geçiriyor ve Asya’nın efendisi ünvanını alıyor. Tüm Asya’yı ele geçirmesi için sadece Çin’e hükmetmesi gereken, ordusu tüm asya uygarlıklarının neredeyse toplamı haline gelmiş, tarihin belki gördüğü en büyük komutan Büyük İskender, Çin’e ulaşamadan, 32 yaşında ateşli bir hastalık sebebiyle ölüyor. Kadim kıtanın tamamını ele geçirmeye tek yaklaşan efendinin bu kadar genç yaşta ölmesi Gordion düğümünü çözmek yerine kesmesine bağlanıyor. Üçüncü Bin Yıl insanları, Gordion düğümünü bir metafor olarak hala kullanır.
Gordion düğümü benim ruh halim için de harika bir metafor olabilirdi.Tek düşüncem düğümü kırmamak.
Hey Büyük İskender,
ve de Küçük İskender. Şair Küçük İskender.
“İnsan inandığı şeyler uğruna muhteşem hatalar da yapabilir.”
Düğümleri ve hataları cebime koydum.
Yeni kapı aralandı.
Yazdığım notu paylaşmak veya paylaşmamak. O odada hayli kaldıktan sonra paylaşmaya karar verdim. Acaba Pazar mı paylaşılmalı Pazartesi mi? Pazarları keyifsiz mi olur yoksa pazartesileri yoğun işler güçler notu göndermek için iyi bir gün olmamasına yol açar mı? Bilmiyorum, çünkü, henüz, o kadar tanımıyorum.
Başka kapı…
Pazarları pek sevmem. Ertesi gün iş olması, haftasonunun bitmesi, kargaşanın başlaması, ütülenmesi gereken gömlekler ve çocukluğumdan kalma paradigmalar.
Henüz okula gitmiyordum, Pazar sabahları dışarı çıkardım oyun oynamak için, kimse olmazdı. Tüm şehir sanki kutsal Pazar kahvaltısının tadını çıkarıyormuş gibi olurdu. Bizde her gün birlikte kahvaltı yapıldığı için pazarlar o kadar önemli değildi. Bu yüzden hiçbir zaman anlayamadım. Aslında, haftaiçi geç saatlere kadar çalışan bir babanın pazarları çocukları ile geçirmek istemesi gayet doğalmış, fakat elbette, o zamanlar beni ilgilendiren kısım Pazar günlerinin türk aile yapısına yaptığı büyük katkılar değil, benim yalnız kalmamdı. Sıkılmışlıkla eve dönünce televizyon açılır. Klasik müzik denen ucube bir müzik türü gösterilir. Genellikle yaşı 40’ın üzerinde, saçları beyaz bir dayı yüz kişinin üzerinde uyumlu gürültü yapan bir grubu iki beyaz çubukla yönetir. Ses yükselir, alçalır, genişler, daralır, hızlanır ve yavaşlar, ne kılığa girerse girsin, çok sıkıcıdır. Pazar konseri diye adlandırılan işkence bir saat sürer. Benim klasik müziği sevmeye başlamam için zamana ihtiyacım varmış, bir on beş yıl kadar en az. Gel de bunu takım elbiseli kendinden geçmiş çubukçubaşına anlat. Klasik batı işkencesi biter, vahşi batı işkencesi başlar. İşkenceler hep batıdan gelir. Kovboy filmlerini hiç sevmezdim. İki saat daha gider. Pazar programları gelir. İşte sonunda batıya karşı duran yerli tarzda bir işkence. Yaşasın tam bağımsız yerli işkence. Çocukları özgür bırakın pazarları da dışarıda oynayabilsinler. 
Çocukluk evim bir apartman dairesiydi.
“İnsanlar genelde kare veya dikdörtgen olan evlere neden daire derler?”
Apartman sakinleri, yan apartman ile birlikte kullanılan genişçe alanı insanlar geçmesinler diye demir parmaklıklarla ikiye bölmüşlerdi. Apartmanın rengi mi daha iticiydi yoksa çocukların sınırlara o demir parmaklıklarla alıştırılması mı hala karar veremiyorum. Sıkıcı şehir, sıkıcı evleri, sıkıcı insanları ve onların parmaklıkları.. akıl ve onun çocukluğu. Fiziksel sınırları mı kaldırmak zor, zihinsel sınırları mı?
Fi-zihinsel sınırlardan yüksek bir korna sesiyle bedensel dünyaya geri döndüm.
Gözüm yanımda yürüyen başka birine takıldı. Bence aynı yönde yürüyen insanlar birbirleri ile konuşabilmeliler diye düşündüm. Eğer öyle bir gelenek olsaydı hemen yanına gider aklımdaki her şeyi, tüm olanları, çelişkilerimi, beni tutan ve engeleyen gücü, aklı ve sınırları, kapıları ve odaları ona tek tek anlatırdım. Zihnimin sıcaklığını, kapı kollarının soğukluğunu anlatırdım.
Soğuk, hava çok soğuk. İçimizin ve aklımızın üşümemesini sağlamak zorundayız..
Aynı yolda yürürken konuşmak iyi de, yerin altına inerken de konuşulabilir mi? Ya konuşmadan çok etkilenir ve daha da derine gitme isteği duyarsak?
Metroya binmeye karar verdim. Biniş kartım için elimi cüzdanıma götürdüm, boşluğu yakaladım. cüzdanım nerede? Yok. Yok.
İlk taksiyi çevirdim, kahveciye geri döndüm.
Sonra eve geri döndüm. Evde düşüncelere döndüm.
Ben o cüzdanı nasıl unuttum, daha doğrusu nasıl bir düşünceye daldım ki kendimi unuttum, ne varsa bırakıp, koltuğumdan kalkıp yürümeye başladım? Düşünce kapılarını tek tek geriye doğru açmaya başladım. Gordion’a kadar geldim.
O sırada bir mesaj geldi:
“Bakıyorum ara sıra son yazıyı…”