"teknoloji felsefenin köpeği olsun" ne demek?

biri açıklayabilir mi? neden olsun? nasıl olsun?

bir şakıda geçiyor, aliye mutlu- kıskançlık (jalousie).mp3

ağıt dediğin budur- yürek parçalanır...

Göz gamın ne olduğunu bilseydi,
gökyüzü bu ayrılığı çekseydi,
padişah bu acıyı duysaydı;
göz gece demez gündüz demez ağlardı,
gökler yıldızlara, güneşle, ayla
gece demez gündüz demez ağlardı.
padişah bakardı ününe,
tacına, tahtına, tolgasına, kemerine,
gece demez gündüz demez ağlardı.

Gül bahçesi güzün geleceğini duysaydı,
uçan kuş avlanacağını bilseydi,
gerdek gecesi bu özlemi görseydi;
gül bahçesi hem güle hem dala ağlardı,
uçan kuş uçmaktan vazgeçer ağlardı,
gerdek gecesi öpüşmeye, sarılmaya ağlardı.

Zaloğlu bu zülmü görseydi,
ecel bu çığlığı duysaydı,
cellâdın yüreği olsaydı;
Zaloğlu savaşa, yiğitliğe ağlardı,
ecel bakardı kendine ağlardı,
cellât, yüreği taş olsa, ağlardı.


Kumru, başına geleceği duysaydı,
tabut, içine gireni bilseydi,
hayvanlarda bir parça akıl olsaydı;
kumru selviden ayrılır ağlardı,
tabut omuzda giderken ağlardı
öküzler, beygirler, kediler ağlardı.

Ölüm acılarını gördü tatlı can,
koyuldu işte böyle ağlamaya.
Olanlar oldu, gitti dostum benim.
şu dünya bir altüst olsa, aülasa yeri var.
öylesine topraklar altında kalmışım.

Mevlana
az önce metrobüsten gelen 30-40 basamağı nasıl indim bilmiyorum, alışkanlığın ortasında kaybolmuş gibi.

hava yeni kararmış, ben insanların karanlığını yararak gidiyorum. şehir hep dumanlı mıydı yoksa bu dumanlar insanların kötülüğünden mi yükseliyor?

 bir çiçekçinin önünden geçerken gençten bir delikanlı yaklaşıyor,
"çiçekler kaç para" diyor.
yanlış soruyu sordun diyorum, çiçeği alman gerektiği için alıyorsun. sevdiceğin için alsaydın, birini beğenir onun ne kadar olduğunu sorardın, sen fark etmezden ucuz yollu çiçek almak için alıyorsun. üzgünüm diyorum, ilişkin en fazla bir kaç ay daha sürecek.

her zamanki gibi yürüyorum, dik ama başım hafif öne eğik, kaşlarımın altından bakarak. kulağımda şarkı.. "derinlere bir ömür kur.."

 yanımdan bir çift geçiyor,
"ben artık bunlardan çok sıkıldım ama" diyor kız,
muhtemelen erkek kızı anlamıyor, kız onun anlamadığını düşünüyor. belki gerçekten anlamıyordur, ya da sadece alışkanlıklarının kontrolündedir oğlan, o yüzden anlamıyor gibi duruyordur.
bu lafı duydun mu her şey birmiştir diyorum, en fazla bir yılınız var. daha fazla sürmez bu ilişki. yanlarına yaklaşsam, bu bakışla en fazla bir sene sürer, birbirinizin kıymetini bilin desem diye düşünüyorum, muhtemelen bana manyak derler, en fazla bir yıl sonra ayrılırlar. olan bana olur diyor uzaklaşıyorum..

her adımımda biraz daha ağırlaşıyorum.

karşıya geçmem lazım, yayalara kırmızı yanıyor. arabaların arasından geçerken bir çığlıkla aniden duruyorum, önümden ayakkabımın burununu sıyararak bir scooter geçiyor. durmamın sebebi scooter değil, bir saniye önce önünden geçtiği kadının bağırmasıymış..
"ne yapıyo bu ya, salak gerizekealı" diyor.
üzerinde uzun bir palto, dizine kadar çizmesi, yüzünde 2 santim makyajı var...
üzgünüm, hiç bir zaman aradığın gibi birini bulamayacaksın, bulduğunu sanıp üzüleceksin, çünkü o aradığını bulmamış olacak diyorum...

yoldaki insanlarla yarışıyorum, birinin sağından geçiyorum birinin solundan..

kaldırımdan daha önce akıp giden su izleri biri sanki ihtiyacını gidermiş izlenimi uyandırıyor. daha bu düşünce bitmeden evime ulaşıyorum, bir gün daha bitti demek istiyorum, önce alt kilidi açıyorum sonra üst. montumu fırlatıp sistemin play tuşuna basıyorum. yılmaz erdoğan mevlanadan okuyor,

" Kardeşim sen düşünceden ibaretsin,
 geriye kalan et ve kemiksin,
 gül düşünür gülistan olursun,
 diken düşünür dikenlik olursun"

yaşasın yemek yemek!

yaşasın yemek yemek dedik ve biz de her türlü yemeği yedik..

maddeler halinde verelim;

* alman mutfağından neredeyse hiç bir şey yemedim.. münihte bir gün hard rock cafe'de bir gün de fransız restoranında yedik (carmaleon). carmaleon harika bir restorandı, özellikle bir crem brulee yapıyorlar, mükemmel...

* slovak mutfağı çok lezzetli değil, yerel yemek pek yok, snitzel ve ördeğe yerel yemek dediler. şinitsel avusturya bilirdik ya aynen öyle, fakat bu kültürler sürekli iç içe yaşadığından hepsinde hepsi var, gayet güzeldi şinitsel... bir de kaz ciğeri, akciğeri.. güzeldi o da değişik bir tat, fena değil. yemek öncesince iştah açıcı bir içki, tek shot, tekila tadına yakın...

* çek mutfağında geyik eti yedik. bir hayli lezzetli. peşine de domuz etinden bir biftek türü. bak o berbattı. domuz etinin tadını ve kokusunu sevmediğim için tercih etmiyorum, güzel yapılırsa yiyebilirim.. bu baya kötüydü, yarım porsiyon bile yemedim.

* macar mutfağı türk mutfağına çok yakın. bayramın 4. günü goulash soup içip budapeşte usulü beef yedik. goulash soup denen şey, patatesli et yemeği, diğeri de bildiğin kavurma. bayramın 4. günü kavurma yemiş olduk... ayrıca arkadaşımın annesi bize macar usulu tavuk yaptı, sosları falan bizimkilere çok benzer, gayet lezzetli ve evde gibi hissettiriyor. macaristanda bir de güzel restorana gittik. orada da kaz akciğeri yedik ve baya lezzetliydi, onun dışında, carpaccio güzeldi (italyan pastırması, çiğ çiğ), karides salatası idare eder. üstüne de ana yemek olarak gölde yetişen bir balık, ki balık cennetindeyiz biz, değerini bilmek lazımmış :) gerçi onu denemek için yedik, pragta balık yiyelim dediğimiz zaman bize direk, istanbuldan geliyorsunuz burda balık ne alaka dediler.. hepsinin üstüne de sindirici olarak palinka.. of ne yakıyor içerken.

gittiğim her yerde çorbalar hemen hemen aynıydı. bir kaç sebze al, yanına az tavuk/sığır eti koy, suda pişir. salçasız sebze çorbası yani.. yoklukta yeniyor.

bunların dışında KFC en büyük dostumdu, tasarruf için birebir. bir menuyu 4-5 euroya alabilir, karnınızı doyurabilrsiniz. hatta pragta KFC'den kola aldığında sınırsız. bardağı veriyor, git gel kola makinasından doldur diyor, oh mis... fast food zincileri dışında herhangi bir adam gibi yemek kişi başı 20-30 euroya patlar.

kahve benim için vazgeçilmez.pragta köşebaşı starbucks var, slovakayada hiç yok. daha girmemişler heralde. budapeştede 1 tane varmış 2 sene içinde her yere yayılırlar...  slovakyada yerel bi kahvecide kahve içtik, latte mükemmeldi, bayıldım, takdir ettim. aynı şekilde budapeştede de bir kahvecide kahve içtim o da geyet lezzetliydi. prag ve budapeştede direkt dükkan olarak olmasa da bazı cafelerde lavazza var.

bratislava'da 1 tane Mekdanılds gördüm, hiç bürger king görmedim... zevkli. ikisini de sevmiyorum ama meki daha çok sevmiyorum.

hard rock cafe her yerde mükemmel. jombo combo yedik. şu sağdaki muheteşem şey işte. biranın yanında o kadar güzel gidiyor ki anlatamam.  lakin bu orjinalde domuzlu bir şey. almanya hard rocktaki hatun baktı, siz domuz yemiyorsunuz di mi domuzsuz hazırlayalım mı dedi? biz daha türküz falan dememiştik. domuz yemediğimizi nerden anlıyorsun dedik, ben senelerdir burda çalışıyorum dedi. yuh ülen dedim, moralim bozuldu. o kadar mı dedim yahu! ama lezzeti beni gayet mutlu etti, ufaktan oradan ayrıldım. aslına bakarsan macaristanda bana siz macar değil misiniz diye sorana dek bu şey kafamda durdu.. :) pragta da hard rock'a gittik, aynı standart aynı lezzet. adamlar boşuna tüm dünyada meşhur değiller. üstelik o gün bir de konser varmış sonuna yetiştik. çek miro zbirka.. sahneden inmeden let it be'yi söledi, ve hakkını vermek lazım, hard rockı dolduran izleyiciler eşliğinde güzel söyledi.

ha bir de tabi biralar. almanyada genelde insanlar bira evlerine gidip hayvan gibi bir domuz etiyle beraber bira tüketiyorlar. bira her yerde. sudan ucuz diyorlar ya doğru. suya 2,20 euro falan ödemek baya uyuz bir şey. su da su olsa...

 bir sürü bira denedim, çoğunu beğenmedim.. pragta nerde bir içilir dedik, adam şöyle bi baktı, her yerde dedi. bira bizim ulusal içeceğimiz.. aman dedim, kutsal topraklar... o kadar biranın içinde sadece 2 tanesini beğendim. biri macar soproni, diğeri de belçikalı stella artois. baya bildiğin her yerde bize çek birası pilsner urquell dayadılar ama ben çok sevmedim. pragta bir irish pub'a gittik. diyalog ilginç,

arkadaşım: do you have special czech beers?
barmen: we have czech beer but nothing special...

herif ingiliz sanırım, bu kadar mı aşağılanır... velvet die bi bira içtik, rezaletti hakikaten... mariachiyi hiç sevmem, neredeyse onun kadar kötü, hatta sanırım daha kötü... bunların dışında yerel biralar, alman HB vs vs.. bi de almanyada içtiğimiz buğday birası 3. olarak belki ön plana çıkabilir...

memleket yemekleri çok şahane, değerini bilmeli! 2-3 gündür sürekli dürüm falan yiyorum özlemişim...daha efes içmedim, ama onu da özledim. hafta sonu gelse de içsek...


-aklıma gelen olursa buraya not düşeceğim...

güç

orta avrupa güzel, ama sıkıcı yanları da çok..

bir kere siz oraya gittiğinizde kendiniz değilsiniz, siz daha önce oraları ziyaret edenlerin sonrakilerisiniz. yani sizin hakkınızda önyargı mıdır, önbilgi midir nedir,işte o şey mevcuttur. sizin pasaportunuza eş pasaportlarla gidenler sizi bir miktar tanıtmıştır onlara...

müthiş bir türk imajı var, anlatamam.. çoğu zaman utandım diyebilirim.

bir kere almanya hakkında anlatılan çoğu şey doğru, münihte yanınızdan geçen 3 kişiden birinin türk olduğundan emin olabilirsiniz. almanlar da sizin türk olduğunuzu anlıyor, ona göre davranıyorlar ki bu gayet sıkıcı bir şey. kesvetli, soğuk ve uyuz alman şehrinde bir de insanların soğukluğu eklenince gayet berbat bir görüntü oluşuyor.

bratislava çok küçük bir yer. 1 saatte neredeyse tüm şehri gezebiliyorsunuz. biz 1 saatlik city sightseeing tur aldık, tur boyunca sürekli olarak aynı şeyi söylüyorlar, "burada hastane vardı, türkler yıktı ama biz yeniden yaptık, burada bilmem ne vardı türkler yıktı...". üstelik ottomans da demiyor, direkt turks diyor. sıkıcı. onlar türkler yıktı dedikçe ben koltuğuma gömüldüm, utandım resmen.. barbar kalmış adımız bir kere.

pragta bayram olduğundan mıdır nedir bilmem ama zaten her yer türk. yolda ahmet çakarı gördük, etrafta sürekli abi şuraya gidelim diyenler mi, aa bak abi ayak masajı varmış yaptıralım mı diyenler.. ama her yer. bir ara "filiz sevişelimmi" diye bağırasım geldi, bakacaktım kimler gülüyor... praga osmanlılar hiç gitmemiş, o yüzden binaların çoğu sapasağlam duruyor.

budapeştede çok az türk vardı. belki de o yüzden çok sevdim. oraya osmanlılar daha önce gitmiş ama çok yıkmamışlar, yıkmışlar ama çok değil. üstüne üstlük bir kaç hamam da miras bırakmışlar.

tarihi gelişimden midir, geçtiğimiz yıllarda türklerin gidişinden midir bilmem ama gittiğim her yerde türklere karşı bir olumsuz bakış olduğu aşikar. yani ne kadar apaçi varsa sanki daha önceden oralara gitmiş.. tanıtım on numara. bir arkadaşımla budapeştede dışarı çıkıyoruz, bir kaç arkadaşım gelecek dedi, tamam dedim, türk olduğunu söyleme, korkarlar dedi, yuh dedim!

madem türksün, git ben türküm de, ürküyorlar zaten.. yazık.
bir şey demedim ki, "hatalarla aran iyidir" dedim...

hepimizin öyle değil midir?  hepimizin hatalarla arası iyi değil midir? hepimiz hatlarla aşina değil miyiz?

doğrusu biraz da budur, hata olmadan, amacımıza, yapmak istediklerimize ulaşmamız mümkün mü.. değil sanırım. bu konuşmalar beni hep "çok bilmiş- kişisel gelişim uzmanı-içi boş yaşlı kadınlar" gibi gösteriyor ama napiyim.. gereksiz gaz vermek değil niyetim..

hatalarla aramızın iyi olması başarısız olmamız demek değil ki. bilhassa eğer doğrulara giden yol hatalardan geçiyorsa, hata yapmamız başarılı olduğumuz anlamına gelmez mi..

hata yapmaktan korkmamalı insan, yemişim "hatalarından ders alma" kalıplarını klişelerini falan.. denemek lazım, denemek hata yapmayı doğuruyorsa onalrı kabul etmek lazım, hayat dediğin deneme yanılmadan ibaret, ve hatta biraz da kendi denemelerinin yanısıra başkalarının denemelerini öğrenmekten. o zaman denemelerden hata gelecekse, bu da bizi doğruya götürecekse...

daha fazla konuşmak istemedim, hata yapmayan bir başarısız olacağına, hatayla başarıyı yakalayan biri ol..deniz ol, balık ol..hatalarla aran iyi olsun...

clubs sux!

nereye giderseniz gidin, nerde takılırsanız takılın hiç fark etmez, kesinlikle clubs sux!

avrupada da bir çok cluba girdi, yok burası şöle güzeli yok şura buranın reinası, yok bura underground, falan da filan.. üfff.
zaten hiç bir zaman club ortamlarını seven, can atan biri olmadım. pek tarzım değil.. grupça bir eğlence varsa dans ederim geyiğine iki hareket yapar sallanırım falan ama iki kişi gidip bir clubta takılmak hiç bana göre değil. herhangi bir clubta, köşede veya barda ağır ağır içkisini yudumlayıp, pisttekilerle bakışlarıyla dalga geçen, halinden sıkılmışça izleyen biri görüyorsanız, yüksek ihtimalle o benim...

bi kere apaçi kavramı her yerde, bunu kesinlikle söylebilirim. ortada apaçi dansı ya da türevlerini yapan bir sürü nedensiz kişilik bulabilirsiniz. hatta bunlar zaman zaman giderler, sağdaki soldaki hatunlara sarılırlar falan.. her ülkenin kendine has apaçileri olduğunu düşünüyorum artık, sadece arkada çalan müzik değişiyor. az da olsa olası belki ama ben inanıyorum, onların hiç biri türk değildi, emin değilim ama olmak istiyorum...

saat 2 civarı belki ama sanki şehrin tüm apaçileri bütün gün hazırlanıp mekanlara dolmuş gibiler.

senaryo çoğu zaman aynı, pist önce boştur, sonra birileri gelir ortada sallanır, sonra kalabalıklaşmaya başlar. genelde o akıncı beyleri kendini göstermek isteyen, çok iyi dans ettiğini düşünen tiplerdir. ne yazık ki genelde durum bundan çok uzak... iyi dans edenler daha bir cool oluyor ve kendini hunharca ortalığa bırakmıyorlar, işte o ilk sallananlar genelde kaçmanız gerekenlerdir.. ama ne yalan söyleyeyim, mekanı hareketlendireneler onlar...

sonra yine kalabalık, yine herkes her yerde, içler acısı durumlar. bilmiyorum belki ben de durumu fazla trajik bir duruma sokuyor olabilirim fakat benim gördüklerim bunlar.

ben kenarda iyiyim. zaten genelde bir an önce oralardan çıkmak istiyorum ama beraber gittiklerimin hatırına kalıyorum işte. sonrası marmaris, bodrum ora bura...

yok ben yine de en çoki hard rock cafelerde geçirdiğim zamanlarda eğlendim. forza hard rock! adamlar acayip bir boşluğu doldurmuş da bu kadar meşhur olmuşlar, helal olsun! heyhat!

orta avrupa!

bir orta avrupa turunun (daha diyemeyeceğim) sonuna geldik..

evet evet, tam olarak da izlediğimiz rota buydu. bilinen üzere iki erkek olarak gittiğimizden, sevgilice gidilecek yerlere (paris, viyana vs..) gitmedik. bu da karşımıza orta avrupa turu çıkardı. biz de dedik, münihten çıkmışken bir prag, bir de budapeşte yapalım. arada bratislava'yı çok övenler oldu, ama dediler ki cumartesi gitmezseniz bratislavada hiç bir şey yok. biz de bunun üzerine bratislavayı dahil ettik ve bu acayip rota karşımıza çıktı. bratislava bu kelebeği yapmaya değer miydi? hala emin değilim...

bundan sonraki bir kaç yazımı orta avrupa izlenimlerim üzerine yazacağım. ilginç olaylar ve değişik gözlemler oldu, bunları şöyle bir çırpıda anlatayım diyorum... 10 günün ilk 2 günü iş, geri kalanı gezmeceydi, hiç de fena olmadı ha?

bayramda memleketten uzak kalmak zormuş. (gerçi bu ilk değil, bir kaç sene önce kurban bayramını tayvanda geçirmiştim. gerçi o %100 iş seyahatiydi. ) insan yaşlandıkça mıdır nedir, daha çok bayramları ailesiyle kutlamak istiyor. biz de, bayram moduna girdik ve budapeştede goulash soup ve budapeşte usulü steak yedik (etli patates yemeği ve kavurma...). çok heyecanlanıp anlatmaya başlamışım bile :) vatana hoş geldim, geldim di mi?

neyse, devam edeceğiz...
her yolculukta bir buruk oluyorum ben,
sanki her şeyi yarım bırakmışım gibi hissediyorum..
yola çıkarken bazıları çok mutlu gider ya, ben buruk hissediyorum işte...

bi 10 gün kadar buralarda olamayacağım,
selam olsun herkese,
şimdiden kurban bayramınız da kutlu olsun,

azıcık özleyin :)

bi de sen olarak, atam atam, sen kalk da ben yatam!
az önce bir konuyu ele aldım ama yazamadım, kafamı toparlayamıyorum bugün...

insan= insane

insanlar ne kadar zor.

insanın etrafında aynı anda kaç kişi olabilir ki? burada kastım, ortada gerçek bir ilişki olan, yani figüran veya dublör olmayan, hayatının içinde kaç kişi? buradan arkadaşımın arkadaşını falanını filanını çıkarıyorum.

hani bulanık mantık sorusu vardır, hani dört renk teoremine doğru gider, hatırlayalım.

"Teorem: Sonlu sayıda bölgeden oluşan bir harita, birbirine sonsuz sayıda nokta boyunca komşu olan iki bölgenin renkleri birbirinden farklı olmak üzere, boyanacaksa bu işlem için dört rengin yeterli olacağı bir strateji vardır."

4 renkle tüm hariteyı boyayabilir, böylece tüm ülkelerin birbirine karışmadan renklendirmesini sağlayabilirsiniz.
yani, birine komşu olacaksanız eğer, siz hariç 3 renge daha ihtiyacınız var, 95 komşunuz olsa da, o 4 renk hiçbiri karışmayacak, hatta onun komşusu diğerine karışmayacak şekilde renklendirilebilir. harita gibi anlamlı, bir o kadar değişken, gayet net ve tüm dünyayı ifade edebilecek bir nesne için fazla basit değil mi? sade, basit ve bu yüzden güzel..

insan ilişkileri için de geçerli olsa keşke bu. şimdi bir parka gidelim, salıncağa, tahtrevalliye binelim, kaydıraktan kayalım, orada 11 kişi olalım ve bunların 3ü benim için figüran olsun. geriye kalan 7 kişiyi 3 renkle boyayabilir miyim? 6sıyle olan ilişikini ayrı yöneteceksin, ki 7. bundan herhangi bir şekilde rahatsızlık duymasın.. bu 7 kişinin kendi arasındaki ilişkiye dikkat edecek, bilecek ona yönelik davranacaksın. 7 kişinin zevklerinden ve nefretlerinden haberdar olacaksın. 7 kişinin birbiri arasındaki ilişkiye dikkat edeceksin, 2 bacanağa, 2 kardeşe davrandığın gibi davranmayacaksın.

bir banka -şu vakıfbank yazanlardan- 7 kişi kaç faklı biçimde oturabilir? hadi diyelim bilmem kaç farklı dizilimde oturdu da, bunlardan biri bağdaş kurup, biri dizinin üstüne, öbürü bacak bacak üstüne oturabilir.. bir daha soruyorum o halde, bir banka 7 kişi kaç farklı biçimde oturabilir?

o banktan, ve geri kalan tüm banklardan uzaklaşım var... benim için bank, yalnız uyunan, üstüne battaniyeyi alıp uzandığın yerdir..

ne yazık ki, kaçma, uzaklaşma şansımız yok. işte bu yüzden, ben bu ara, elimde bilmem kaç renkli boya ve çeşit çeşit fırçalarla insanları boyamaya uğraşıyorum...

intikam...

gün 5 Kasım'ı henüz devirmiş, saat 1'e yaklaşmakta, televizyonda çakma rihanna -büngü müdür, döngü müdür nedir- var, bense kulağımdan gelen seste zeki müren-mihrabım diyerek.mp3'ü buluyorum. kafamın içinde anlamını pek de bilmediğim bir kelime sürekli dönüyor: intikam.

tdk'ya giriyorum, "intikam" yazıyorum, karşılığında "öç" çıkıyor. çok yardımcı oldun, teşekkür ederim diyip wikiye bakıyorum, başlık açılmamış. hiç hoş değil. ama ne olduğunu bilmediğim bir şeyi alamam ki..

saat 1i biraz geçti, muhtemelen çoktan uyumuş bir arkadaşımdan kısa mesaj bekliyorum. yarın eminönüne gitmeli mi sorusuna şöyle bir takılıyor zihnim. aslında aklımda almam gereken intikamlar var. bugüne kadar birikmiş olanlar, bir çok olaydan bir çok kişiden alınması gereken intikamlar.. intikamda bu kadar tatlı olan şey ne?

düşünüyorum, intikam nedir anlamaya, ifade etmeye çalışıyorum olmuyor.

sosyal paylaşımın bir kötü yanı da bu. giriyorsun, bir çok kişiyi görüyorsun, dahası merak ediyor arada bir bakıyorsun. sonra aklına intikamlar geliyor, hiç alınmamış, bir gün alınacak intikamlar; sıcağını soğuğunu bilmiyorum, böyle şeyleri termometreyle ölçmüyorum. aslında hiç bir şekilde ölçmüyorum, tek bildiğim almam gerekenler.

 saat biraz daha ilerliyor ve ben intikamıma biraz daha yaklaşıyorum. zaman, hem bir şeylerin üzerini bilmem kaç ay,yıl (...) geçti diye etiketlemek, hem de bir şeylere biraz daha yaklaşmaktır; yapacaklarıma her geçen saniye biraz daha yaklaşıyorum.

dışarısı kaç derece hiç bir fikrim yok, köşedeki fırında ekmek kaç kuruşa satılır bilmiyorum, ilkokuldayken sınıfta ercanla harun vardı, ne yaparlar merak edioyorum. ama aklım intikamda...insanlar mıdır intikamı kötü yapan, yoksa intikam mıdır insanı kötü yapan? hiç bir fikrim yok. kötü olmakla ya da kötü olmakla bir derdim de yok, tek derdim intikam..bilmiyorum sadece, nerede, ne zaman, nasıl, hangi yolla..

saat bir buçuğa az kalmış, mouseumun ışığı pilim bitti diyerek kırmızı yanıyor, su buralarda kaç derecede kaynar bilmiyorum, bugun kaç tane ayva-ıhlamur içtim onu da bilmiyorum, insan kendi hakkında bu kadar az şey bilir mi? biraz midem yanıyor ve ne zaman intikam desem karnıma bir ağrı saplanıyor.

az sonra gidip yatacağım ve yarın intikamları da intkam kavramını da unutmuş olarak uyanacağım.

intikam yavşaklığından utanıyorum!

Kişisel Gelişim Üzerine Eleştirel Bakış

çok önem verdiğim, hep yazmak istediğim bir konu, direkt dalalım...

öncelikle, herkes kişisel gelişim adına bir şeyler yapıyor, okuyor, araştırıyor, dünya kadar para verip eğitimlere katılıyor. gayet güzel, sanki bazı noktalarda dikkatli olmak lazım geliyor.

1) lafım kaynaklara;

insanlara bir şey yapmalarını söylerken onlara nasıl ifade ettiğinize dikkat edin. insanlara gelişimlerini sağlamak için emir kipiyle yaklaşmayın ve ne söylemek istediğinizi anlatın. tamam açalım biraz. talimat şu-öneri demiyorum emir kipinde olduğundan- dürüst olun! dürüstlük imajınıza imaj katar vsvs.. anlat babam anlat, fayadalarını, neden olması gerektiğini anlat. dürüstlük.. dürüst ne demek? senin kastettiğin şey ile benim dürüstlüğüm ne kadar alakadar? mesela iş hayatı yalansız olmaz? nedir o zaman dürüstlük sınırı? kime, evdekilere mi, ilişkilere mi, kendine mi? efenim faydalıdır da faydalıdır...

kitaplar var bir de. ferrarisini satan bilge var mesela. okumadım, biraz göz gezdirdim, hoşuma gitmedi.. böyle sıkıştırılmış multivitamin hapları sevmiyorum ben. ama içerikten bağımsız isimsiz bir şey ifade etmek isterim; bu adam ferrarisini neden satıyor? ben diyelim ki bilgelik yoluna baş koymaya karar verdim. diyorum ki para mara yalan, geç bunları, hayatta en önemli şey bilgelik, ben de onun peşinden gideceğim dedim. ne yaparım, arabamı mı satarım? hayır. niye satayım ki? para önemli değil zaten, aklıma onu satmak bile gelmemeli. nerdeyse orada bırakır giderim..

bir de secret var, meşhur.. bunu komple çöpe atmak istiyorum -okudum-. merak ediyorum, acaba okuyanlar düşündüğü kadar mal mıdır? sanmam.

2) gelişim heveslilerine sözüm,

kesinlikle harikasınız ve sizi içtenlikle takdir ediyorum, ki ben de sizden biriyim.
unutmayınız ki, herhangi bir kişisel gelişim kaynağından alabileceğiniz en fazla %10dur. şahsi kanaatim bu yönde. zaten o kaynaktakinin %100ünü alıp, hepsini uygulayıp mükemmel olmak mümkün mü? peki hayat o kadar toz pembe mi? dış kaynakların/etmenlerin olmadığı bir dünya... hayır. azıcık bundan azıcık ondan alıp harmanlamak mantıklı, amanın ben bunları nasıl yapayım diyip bırakmak olmaz. hevesliyseniz, en azından, böyle bir sebep yüzünden hevesiniz kaçmasın.

3) eğitmenlere sözüm,

insanları bir odaya dolduruyor, sürekli gazlıyorsunuz. tozpembe bir dünya çizmeye çalışıyorsunuz. daha gerçekçi mi olsak? bir de oradaki çizilen rol modelmiş, anlatan her şeyi yapabilen mükemmel bir insanmışsınız gibi davranmayın, zira hem komik hem de itici oluyorsunuz. insanlara mantığını bildiğinizi, en azından birazını uyguladığınızı ifade etmeyi tercih edin. ama özünü hep bildiğinizi, içinize işlediğinizi ifade edin. daha gerçekçi olacaktır. "biz yüce insanlar" tandanslı konuşmaları bırakalım, ha?

her kişisel gelişim seminer/eğitiminde yer alan bir şey varsa, o da şudur: kendinizi tanıyın. insanlara eğer böyle bir şey tavsiye edecekseniz, bunu gerçekten yapın. en azından basit şeyleri kaçırmayın ya da ben kendimi hiç tanımam da demeyin. örnekleyeyim; seneler evveldi. bir kişisel gelişim seminerine gittim. açılış aynı şekilde oldu. kendinizi tanıyın. seminer bitişine yakın, sorular alınıyor, adamın biri sizin mesleğiniz ne dedi. kadın dedi, "ben kütüphaneciyim. ama benim zamanımda kütüphanecilik en değerli meslekti, puanı doktordan da mühendisten de yüksekti." içimden " kimi kandırıyorsun sen, imaj yapmak için uyduruyorsun, belli ki aşağılık kompleksi var ki açıklıyorsun. az önce diyordun, kendini tanı. sen kendini tanımıyorsun, eziklikle insanların gözünde puan kaybediyorsun. bilsen ki bunun sıkıntısını yaşıyorsun, panikleyip kendini bitirmezdin. nasıl ifade edilir bilmiyorum ama nasıl ifade edilmeyeceğini az önce ifade ettin". nasıl, iyi demiş miyim?

4) herkese sözüm,

kişisel gelişim dökümanları/kaynakları/ her şeyi, insanı bir yalnızlığa sürükler. okumayı gerektirir, kendinle konuşmayı, düşünmeyi, eksik yanları geliştirmeyi gerektirir. ayrıca, verilen aşırı motivasyon insanı yalnız bir acımasızlığa sürükler, fazla hırs gözlere perde indirir. o yüzden, kendini geliştirme maddelerinin amaç değil, daha kaliteli yaşam için, güzel bir çok şey için amaç olduğunu unutmayalım. sosyal ol derken birileri, sosyalliğe odaklanıp, araştırıp edip, sosyal olacam diye aşırı hırslanıp, hepten yalnız, asosyal olmak da var.

ayrıca, kişisel gelişimden gelen fazla içe dönüklük insanı muhakkak yalnızlığa sürükleyecektir, bunu da unutmamalı..

eksi yönleri ifade ettiğimin farkındayım. artıları zaten ortada, bir daha insanların gözüne sokmanın manası var mı?

sanırım istediklerimi az çok aktardım. yorum ve soruları değerlendiririz.. :)

editörün notu: bugüne kadar kişisel gelişim hakkında çok okudum, onlarca eğitime katıldım. bahsettiklerim bunlardan çıkardığım tavsiyelerdir. her ne kadar bazı yerlerde üslup gereği emir kipi gibi görünse de, kimseye emir kipinde yazmak haddimiz değil.. sonuçta kişisel gelişim uzmanı değilim (!)..

zincir, halka, bloke ve kendini ifade etmek isteyen zihinler.

Bu sağdakini gördünüz mü kaçın, arkanıza bile bakmadan gidin. çok gıcık bir şey.. ahan da bu gsm operatörü reklamındaki "kırmızı" var ya, onun bir değişiği.

ifade özgürlüğü istiyoruz.

nedir? anlatalım.

"Content blocked by your organization, Reason: This Websense category is filtered: Blogs and Personal Sites."

giremezsin kardeşim diyor. ama illa girecem dersen 60 dakikan var günlük, 10 dakikasını şimdi harcamak istersen buyur. kalacak 5 tane 50 dakikan. yani çalıştığım yer benim bloglara girmemi istemiyor, ancak günde 60 dakika yapabilirsin bunu diyor.
he aslına bakarsan hiç giremeyeceğin yerler de var. mesela facebook'a takla atsan, hiç giremezsin diyor. bunu anlayışla karşılıyorum, neden olmasın, herkes çalışsın, sosyal paylaşımlarda fink atmasın, ilgisi dağılmasın.. ama blog hakkı neden kısıtlanıyor ki?

şimdi mesela ben bu yazıyı yazmak için 20 dakika harcadım diyelim, 2 net 10 dakikalık peryodum gitti bile, editlesem falan, 30 oldu... bir iki kişinin bloguna daha baksam bitti süre. demek ki günde 1 yazı yazma hakkım var. peki ortalama kaç dakika sürer ki bir blog yazısı? yeri geliyor 1 saat harcıyorum ben, işte o zaman hepten yandım demek...

dediğim gibi, sitelerin tümden yasaklanmasını her ne kadar desteklemesem de anlayışla karşılayabiliyorum, ama benim bloglara girip çıkma, okuma, araştırma, kendimi ifade etmem kısıtlanmamalı. şirketler için bireysel gelişim önemli değil mi? daha dün dedi ki üst yöneticilerden biri, "modern yönetimde prosedürlerin yerini bireysel yetenekler/yeterlilikler alıyor" dedi, çok doğru. klişelendirmeyin beni ama, siz demiyor musunuz her yerde, "bir zincirin dayanıklılığı en zayıf halka kadardır diye". işte ben de, o da, bu da bununla mücadele etmek istiyor, kendini güçlendirmek, öğrenmek, araştırmak, okumak, yazmak istiyor. her blog, "iddia kuponlarının yapıldığı, download linkleri verilen ya da cinsel deneyimlerin paylaşıldığı yer" değildir. 
(bkz: jiessiares.blogspot.com)

güven, insanlara biraz güven. ben faydalı şeyler için kullanıyorum, bırakın insanları kendi vicdanları kontrol etsin, "insanların vicdanı"nı oynamanın, onun yerine geçmeye çalışmanın bir faydası yok. her sistemin açıkları var, ve ben istersem beni durduramazsınız. bir de, "insanların tanrıya olan inancını kaybetmesinin daha kötüsü, insanların insanlara olan inancını kaybetmesidir". (bu da şizofreni yarışması videosundan alıntıdır.)

en sıkıntılı taraf da şudur: ya bu deveyi güdersin, ya da bu diyardan gidersin. güdüyoruz bakalım nereye kadar.. (güdüyoruz yerine yanlışlıkla gidiyoruz yazdım, allah mı söyletti ne, hayırlısı...)

hiçkimse hiç bir şeyi yapmak zorunda değil!

küçükken kendime bir düstur edindim. hiç bir şeyi yapmak zorunda değilim, bir tek şey hariç. "yaşamaya mecbursun". gayet basit evet, nerden aklına gelir insanın bilmiyorum -evet belki yaşamaya mecbursun şarkısı bir yerden kulağıma çalınmış olabilir ama bilinçli o şarkıyı dinleyişim yıllar sonradır- lakin hayatta felsefe edinmeye değer! insan hiç bir şeye sorumlu olmazsa yaşamanın anlamı kalmaz, en azından bir sorumluluk olmalı. biraz da kaçıştır aslında, "neden intihar etmiyorsun(uz)", "neden yaşıyoruz", "bu kadar şikayeti varken insan neden....." sorularına hep aynı cevabı veriyorum. çünkü yaşamaya mecburum! hepimiz için öyle olabilir belki. zaten tek bir görev verilmiş, onu yapmalıyız.

benim perspektifimde bu tek mecburiyetin dışında kimse bir şey yapmak zorunda değil. seçim meselesi nihayetinde. ben dünyanın en aşağılık seçimlerini yapabilirim, en terbiyesiz insan olabilirim, en kötü de olabilirim, hatta tüm insanlığı yoldan çıkarabilen planlı bir ruh hastası da.. benim seçimim; sonuçlarına katlanıp katlanmayacağım da, sonuçlarının olup olmayacağı da beni ilgilendirir! o yüzden artık şu hataya düşmeyelim; "bunu yaparsan sonuçlarına katlanırsın". ne anlamsız bir cümledir. belki katlanmam, belki katlanmak değildir o, kaçabilirim de;  buna ben karar veririm. ya da belki ben dünyanın en iyi insanı da olabilirim, hatta en'e gerek yok, ben iyi insan da olabilirim, yine ben seçerim, getirileri de, sonuçları da bende!
sor sor, kilit soruyu sor; "ölmek de bir seçim değil mi? sonuçları bundan farklı mı, kabul edilemez mi?" de.. hayır bir seçim değil, bunu bir seçim kabul etmemek de benim seçimim. senin bunu bir seçim kabul etmene karışmam, o yüzden sen de benimkine karışma, en başta dedim ya, böyle bir seçim yok. zira, benim düşünce sistemimin ne kadar kaygan olduğunu, ne kadar tutarsız ve mantıksız olduğunu kanıtlamaya çalışıyor, çürütmeye çalışıyorsun... gerek var mı? yapamazsın ki...

sırf bu yüzden ki, asla beni zorunlu kıldığını düşünmeyeceksin. tavsiye verebilirsin.. öneride bulunabilirsin ama beni zorunlu tuttuğun yanılgısına düşmeyeceksin.. istersen kendi içinde düşebilir, istediğin gibi değerlendirebilirsin, ama benden buna tepki bekleme..çok mantıksız. bir de artık lütfen ne yapacağımı söylemeyin! şunu yap bunu yap deme bana, ama de ki, şundan rahatsızım, şöyle olmasını istiyorum, şudur budur.. kendi rahatsızlığını söyle, ben de ona göre bir şeyler yapmaya çalışayım. dikteyi bırakalım artık, izin verin de insanlar kendi yapacaklarını kendileri seçsinler...




ben elmayı seviyorum diye elma da beni sevmeli! daha doğrusu, elmaya ben kendimi sevdirmeliyim, elmayı zorunlu kılmıyorum ama elmanın sevgisini elde etmek benim prensibim; ben, kendim, eğer ona kendimi sevdirebilirsem, o beni seviyor demektir. benim zaten amacım bunu sağlamak değil mi? ben zaten bundan güç alıyorum,hatta belki o elmanın beni sevmesi için çalışıyorum. o elmaya hiç bir zaman beni sevmek zorundasın demeyeceğim, ama o elma beni sevmeli, benim zihnimdeki en net ifade bu, onun için ona asla bıçak saplamayacağım, ona bir tek taş alacağım, küçük sürprizler, büyük sevgi gösterileri yapacağım...realitede olmasa da, olamayacak olsa da -ki mahsuru yok- benim zihnimde bu böyle durmalı. sen neden dünyamı sallamaya çalışırsın ki? o elma beni sevmeli..  (çok severim nazımım, hikmetim, azizim ama burada anlaşamadık. o çizgiyi geçmeyecektin, o elmanın beni sevmeyebileceği fikrine zorlamayacaktın beni..) 

bırakın da insanlar kendi önündeki yolların doğru ya da yanlış olduğunu görüp, seçme haklarının kendinde olduğunu bilsinler..

bunu duymak istiyorsanız söyleyeyim: hiç bir zaman hiç bir şeyi salt siz öyle istediniz/dediniz diye kabullenmeyeceğim!

hadi şimdi dağılın...

öykücük

yıllardır bir arkadaşımla bir oyun oynarız. birbirimize 5 kelime verir, ondan bir öykü yazarız.
-henüz icazet almadım ama- izniyle birini burda imdi yayımlamak isterim. kimbilir belki peyderpey diğerlerini de paylaşırım...
__________________________________________________________________________________
kelimeler: üfürük, ph değeri, çengi, yalpalamak.,de çörek otu..


zaman kavramı o dünya için pek de değerli bir olgu değildi. dünya sıkıştıkça, insanların bir çok şeyi yapma yeteneği azalınca ve de bunlara bir paye biçmek gerekince insanlar etraftakilerin en kolayına sarıldılar: zamanın yokluğuna... ve bu devirde yokluktan ortaya çıktı zaman kavramı, var olanın yokluğundan değil.
zamansızlığın ortasında, 17. yüzyılın herhangi bir anında, rıza efendi, evveli istanbulun bildiği adıyla oduncu rıza, masaya rakı dublesinin dibimi vurup, tek hamlede mideye indirdi. torunlarının çokça sonra bulacağı ph değerinden, nanenin ve sarımsağın bünyeye faydasından habersiz; ekşice haydarisinden bir kaşık aldı. çörek otunun keşfinden, ateşin bulunuşundan ve hamurun içine peynirin konmasından pek çok sonralarıydı belki, ama çörek otu hiç bir yiyeceğe zamanın herhangi bir diliminde, poğaça kadar yakışmamıştı. rakının yanında çörek yemek pek adetten değil de, galatanın orta yerinde, cenevizlilerin havyalarına, venediklilerin türlü mezelerine rastlanmazdı. olacak şey miydi, padişah sofrasındaki mezelere rıza efendi yaklaşsın.

rakısından bir kez daha kaldırdı, arkadan gelen derin musikiye ve ritmine uymuş çenginin parmak şakırtılarına aldırış etmeden şalgamından bir yudum daha aldı..
oturduğundan beri içine saplanan ağrı arttı birden.. akşamdan beri o şalgamı yudum yudum götürüyor, her yudumda içinde zehir olduğunu biliyor ama aldırış etmiyordu. kamilin yerinde her gece içerdi şalgamı da, hiç bu akşamki gibi tortu olmazdı bardağın dibinde. kamil yiyeceğin de içeceğin de hasını getirirdi hep. az dinlenince şalgamın dibine çöken beyaz, çok da şaşılacak değildi elbet..
geçen hafta takıştığı, istanbula nam salmış bitirim ziya öldürecekti onu elbet.. ha bugündü, ha yarın ne fark ederdi ki. arkasından vurmasın, mertlik beklenmezdi de en azından o kadar kalleş olmasın ona yeterdi. ha bugün,ha yarın. önünde sonunda öldürmeyecek mi ziya. rakısından bir yudum daha aldı, bir üfürükte ziyanın sülalesini küfrü fırlattı. zehir dediğin padişahların sofrasında olmaz mıydı? belli ki değer vermiş dedi, birden içi ısındı ziyaya. maktülün katile olan sevgisi, katil kavramının çıkışından binyıllar sonra tekerrür etmişti bir daha.
tüfeğin, siyanürün ve şarbonun icadından çok çok önce, oduncu rıza masadan kalktı, yalpalayarak attığı bir kaç adımdan sonra kamilin masasına bir deste para bıraktı, eyvallah çekip evinin yolunu tuttu.. bu gece bedenine veda edecek olmanın bilinciyle, galata kulesinin yanından son bir kez geçti. allah biliyor ya, her gece geçerdi burdan da, yıldızlar hiç bu kadar yakın gelmemişti. yürünmesi gereken ışık böyle olsa gerekti.
ilk günahtan milyonlarca yıl sonra, karlı bir kış gecesinde, adının bir daha anılmayacağını bilerek, bir rıza efendi sırat köprüsünü geçti. zamansızlığın ortasında dahi olsa ,her ölüm erken ölüm müdür?

son zamanlarda...

-başlığın devamına göre aşağıdan devam edebiliriz, paylaşım işte-

... okuduğum kitaplar (gösteri peygamberi henüz bitmedi, hala "okuyom ben ya!")
 
Gösteri PeygamberiChuck PalahniukAyrıntı Yayınları
Ben Sana MecburumAtilla İlhanİş Bankası Kültür Yayınları
Aforizmalar Franz KafkaAltıkırkbeş Yayınları
Aşk ŞiirleriPablo NerudaKırmızı Yayınları
KoloniJean-Christophe GrangeDoğan Kitapçılık
Kürk Mantolu MadonnaSebahattin AliYapı Kredi Yayınları
Aylak AdamYusuf AtılganYapı Kredi Yayınları
Kırmızı PazartesiGabriel Garcia MarquezCan Yayınları
Ölü Ruhlar OrmanıJean-Christophe GrangeDoğan Kitapçılık
Taş MeclisiJean-Christophe GrangeDoğan Kitapçılık
Dokuza Kadar OnÖzdemir AsafYapı Kredi Yayınları
Bir Katedralin ÖyküsüKen Follettİnkılâp Kitabevi
Dublörün DilemmasıMurat Menteşİletişim Yayınevi
Üstü KalsınCemal SüreyyaYapı Kredi Yayınları
CanfedaCan YücelDoğan Kitapçılık
Amatİhsan Oktay AnarAltın Kitaplar
16.50 TreniAgatha ChristieAltın Kitaplar
SonelerWilliam Shakespeareİş Bankası Kültür Yayınları
Yirmi Aşk Şiiri ve Bir Umutsuz ŞarkıPablo NerudaKırmızı Yayınları
Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz YakınJonathan Safran FoerSiren Yayınları



 ...en çok dinlediğim şarkılar


Bleeding MeMetallica
Ego BrainSystem of a Down
Ab-ı BesteMercan Dede
ZefirMercan Dede
GemiEzginin Günlüğü (Sebahat Akkiraz)
Sahibi YokHayko Cepkin
HuxiMercan Dede
Mr. JackSystem of a Down
She ShinesLinkin Park
Taghatam DehFarid Farjad
ThirteenDanzig
YıkıkKıraç
Stairway to HeavenLed Zeppelin
DemMercan Dede



kafam çok karışıkmış, onu da analamış oldum... son zamanlarda en çok dinlediğim 2 albümün Mercan Dede'ye ait olduğunu söylememe gerek yok sanırım

şimdilik yeterli, son zamanlardalar dönecek...

dengesizliğin dengesi

melaba, ben yazacak bir şey bulamayınca "bari eskileri okuyayım bakayım neler yazmışım" diyen adam...

evet, eski yazılara bakıyordum da, '009da başka bir kaynakta yayımladığım yazılardan birine denk geldim. hadi beraber okuyalım, hem görelim, 2 ağustos '009da ben neler karalayabiliyormuşum, ne kadar daha acayipmişim :)  - zaten okuyan kişi sayım toplasan 10u geçmez, onlar da heralde bu tembelce hareketimi mazur görürler ha? zaten kendimi iice, 3-4 kişiye yayın yapan, mahallenin telsiz frekanslarını işgal eden küçük çaplı DJ gibi hissediyorum..-

03 ağust '009

ironik bir sarmalın tam ortasındayız. yaşam dediğin anlamlı ve de anlamsız şey, kökeninde dayanan DNA'ya inanılmaz bir şekilde benziyor. en kopuk tarafıyla en iç arasında hep bir bağlantı, belli açılardan baktığında bir gibi görünme, bazılarından bakınca kendine dönüş. DNAnın güzelliği ve özelliği kendi içinde sağladığı birebirlik, eşlenme, denge, bilgi...

insanın içinde DNA kalıplaşmasından dışarı çıkma isteği. varolan bir kısım bilgiyi yok etme, üstüne yeniden yazma ya da tamamen yok etme;dengeyi bozma çabası. hayatın kökünden çıkıp tüm bünyeye yayılan bir denge. denge ile dengesizlik arasında da gayet ince ve görünmez bir denge var. ibre hafiften kaydığında, dengesizlik tarafına mikrogramın bilmemkaçında birlik bir kayma yaptığında, denge ile dengesizlik arasındaki denge kayboluyor. evet aslında büyük anlamdaki dengesizlik, denge ile arasındaki minör dengesizlik ile oluşuyor. bu kadar basit ve bu kadar kolay...

ölümü var eden yaşamdır. yaşam yoksa ölüm de yoktur. ölümü var eden yaşam olduğundan, yaşam her zaman galip gelecektir. ölümün alıdğı küçük galibiyetler, asla nihai gelibiyetin önünü alamaz. tıpkı bunun gibi, dengeyi var eden de dengesizliktir. sanıldığının aksine tam tersi değildir.

dünyanın temel taşlarında da hep aynı kural geçerli. cisimleri ve hayatı var eden partüküller için de aynı şey söylenir. her yerde hemen hemen aynı olan proton ve nötronler belli noktalarda toplanmış parçacıklar sonuçta. neye bakarsak bakalım, aynı şeylerin nitel aynılık, nicel farklılığı, çeşitliliğin bir sebebi de bu. fakat asıl bu çekirdeklerin diğerleri ile olan ilişkilerini, devamlılığını sağlayan elektronlar. pozitifler ve nötrler bir noktada toplanmışken, negatifler küçük güç ile büyük bir alana etki etmekte. partüküllerin dengesizliğinin artması bütünün karekterini değiştirecek, eğilim sağlayacaktır. artık bütünün hareket ve eğilimleri değişecektir.

hayat dediğin dengesiz ile dengenin dengesi, atomların oluşumlarının somutlaması bir manada. çekirdek sağlam hala fakat etraf geniş bir alanda, düzenli bir negatiflik ile sarılmış. bu etraftaki negatifliğin dengesizliinin artışı, çekirdekte atomdan farklı olarak bir aşınmaya yola açabiliyor, onu kendine göre şekillendiriyor.

okudğumuz kitapların, sinemadaki filmlerin, televizyondaki dizilerin - ki özellikle popülerlerin- büyük bir kısmının sonu kötü bitmekte, ya da bir çoğu pozitif olamyan duygu ve hissiyata hücüm etmekte. belki doğayı oluşturan negatif etkinin büyüklüğünden, taşa takıldığımızda küfür ediyor, iyi bir amaçla olmuş olabileceğini aklımıza getiremiyoruz. hatta bunu söyleyenlerle polyannacı, saçmalama öküz falan diye dalga geçiyoruz... bunların hepsi de aslında aynı amaca hizmet etmekte, dengenin ibresini dengesizliğe doğru hafifçe de olsa kaydırabilmek...

insan ne kadar kötü olursa olsun içinde bir iyilik vardır diye öğretildi ya bize, hani tük filimlerinde falan bu şekilde beynimiz yıkandı neredeyse. aslıdna bunun da temeli aynı. her bozulmuş dengenin tekrar kurulma ihtimali vardır. bahsedilen denge, denge ile dengesizlik arasında olsa bile...