Yalnızlığın soğuk, olanları uzaktan izleyen, gri ve devasa bir
bina olması gerekiyordu. Önünden herkes geçer, kimse dokunmaz, kapısına
yaklaşmaz ama ondan uzak da duramazdı. Benimki, her nasılsa, yapışkan ve vıcık
vıcıktı.
O gün hayatımın sonsuza kadar değişeceğini bilerek çıktım evden.
Evden çıkmadan her günkü sözü verdim kendime, dışarı çıktığında daha iyi
hissedeceksin.
Birkaç kilometre yürüdüm. Zihnimde kendimle, kızdığım herkesle ve
Camus’yle bolca kavga ettim. Yolun kenarındaki kedileri, saldığı gazlarla beni
boğmayı, karşıdan karşıya geçerken dikkatsiz olduğum için beni ezmeye çalışan
arabaları, yağmuru ve dikkatsizce kullanılan şemsiyeleri önemsemedim.
Hiçbir özelliği olmayan bir kahveciye girdim. Dokuzuncu kahve
onların hediyesiymiş. Kalan yediyi düşünmek için henüz erken. Biraz kitap
okudum. Ben, canım sıkkın olduğunda kitap okurum. Sonra origami yapmaya
koyuldum. Benim canım çok sıkıldığında origami yaparım. Bir origami turna
yapmanız için kağıdı 38 kez katlamanız gerekir. Bunun için sizin sabırlı
olmanız, kağıdın da size katlanması gerekir. 1, 2, 3, 4…38. Binlerce kez
tekrarlanan 38.
Bir ses “bunu nasıl yapıyorsunuz?” dediğinde ilk kez kafamı
kaldırdım.
Saçlarından ışıklar saçılmıyordu, gülümsemesi çekici değildi, topuklu
ayakkabılar giymemişti. yine de ona bir sempati hissettim. Gözlerinden az
görülen bir yalnızlık akıyordu.
Buyurun dedim, birlikte yapalım. Yanıma oturdu. Kırmızı, mavi,
kahverengi, lacivert ve yeşil olanlardan kahverengiyi seçti. Ben maviyi aldım.
Katlamaya başladık. Her adım, birbirimizi tanımak için yeni bir fırsattı.
Soruyordu. Ben kimdim, ne iş yapardım, kahveyi nasıl içerdim, okur muydum,
kızar mıydım? Üstünkörü cevaplar veriyor, ona beklediği “ya sen?” sorusunu hiç
sormuyordum. Bazı katlama adımlarındaki beceriksizliği, benim soldan
katlamalarımı sağdan yapması, kat izlerini parmağının ucuyla keskinleştirmesi,
her hareketiyle gurur duyması, ortaya çıkan şekilden mutlu olması kendisini
yeterince anlatıyordu bana. Daha çok kelime istiyordu benden. Vermiyor, almak
istemiyor, “sus artık, tanımamı
engelliyorsun” diye bağırmak istiyordum.
Katlama adımlarını daha yavaş yapmaya başladım ve daha uzun vakit
geçirmek için gayret gösterdim. İçten dışa ters katlamada yardım ettim,
istemsizce eline dokundum. Gülümsedi. Yanlış katladı, küfretti.
Masaya iki turna bırakıldı. Biri mavi, biri kahverengi. Her
ikisini de almak istedi. Olur dedim. Bana bir ejderha yapmayı da öğretmek ister
misin dedi, kafamı salladım.
Çantasından kalem ve kağıt çıkardı.
Çantası olduğunu, büyükçe bir çantası olduğunu, parlayan zincirle
sarılı tutacağı olan bir çantası olduğunu fark etmemiştim. Elindeki yanık izinin
ise gözüm kapalı çizebilecek kadar farkındaydım. Beyaz, küçük kare bir kağıda
rakamlar yazdı, yanına da bir kalp kondurdu, katlayarak masanın üzerine bıraktı. Sessiz ve hissizce gidişini izledim.
Adını, saç rengini ve ses tonunu hatırlamıyordum. Kaçınılmaz,
yapışkan, ağır ve ağdalı yalnızlığım kendini hatırlatıyordu.
esther'e teşekkür.
YanıtlaSilYalnızlığı hatırlatmayam bir günü yaşamamış sayıyorum bayım
YanıtlaSilMuhteşem:)
YanıtlaSilOkuduğum ilk öykün..Her sene bir tanesini okumalı :)
Bul beni. Ferman.
Sil