İnsanlar çocuksu problemlerini
yaşatıp büyütmeye çalışırken ben cılız ümitlerimin ölmemesi için mücadele
veriyorum. Türlü türlü vitaminler, besin değeri yüksek gıdalar ve ferah
içecekler ile besliyorum onları. Yaşam belirtisi var fakat uzun bir ömür vaad
etmiyorlar. Neden böyle anlamıyorum, belki
erken doğdular, belki hiç olgunlaşamadılar ya da en başında yokluğun
sınırına komşu oldular. Lanet olsun yokluğa komşu olmaya.
Ümitlerin ruhumuza iliştirildiğine
inananlara ağız dolusu siktir git diyorum.
Solgun bir coğrafyadır ruhum. Hiçbir
haritada yeşile ya da maviye boyanmaz. Yarası beresi yoktur, satmaya kalksan
sorun çıkarmaz. Eskimiştir bir parça, ruhsuz griliğe öykünür de kendini hiç
orada bulamaz. Yanlışa meyilli, insana mesafeli, hür, hayalci ve kutsallıktan uzak,
hayli.
Çok önceleri dünyanın en güzel
yapzbozunu yapmıştım. Bir düşen melek çizimi. Son parçasını da sevdiğim kadına
vermiştim, meleğin kalbine en yakın olanı. Gitti. Ben ona bir parçamı verdim o
kendisine yeni bir tablo çizdi. Yıllardır evli şimdi. Üstelik giderken bana “sen haklısın” demişti. Lanet olsun -teselli etmesi beklenen
ama bu teselliye bir adım bile yaklaşamayan- “sen haklısın” amortisine. Düşünmeden edemem, benim tablom olsaydı nasıl olurdu. Bakma
bana sen. Çizdiği her tablonun köşesine bok çizen bir ressamım ben. Müzisyenim
ben, yaptığı her bestenin yedinci notasını La yazmayı takıntı haline getirmiş
bir müzisyen.
Ruhum, tatlıbitter ruhum, 1956 yapımı
93 dakikalık bir filmin seksen dördüncü dakikasında uyuyakalmıştır.
Sahtekar, sahte kar hüznüyle kaplı
ruhum bu günlerde. En çok çalışması günlerdeymiş de kar tatili yüzünden evde
hapsedilmiş gibi. Dışarı çıkmaya korkuyor, üşümekten korkuyor, düşmekten
korkuyor. Düşünmekten nefret ediyor.
Çok kırılgan oldum son zamanlarda.
Eskiden kaya gibi sertti ruhum, şimdi 7 milimetre cam gibi. Karanlıkta el
yordamıyla ilerlemeye çalışıyor da dokunduğu her yer ıslak yosunla kaplanmış.
Beni benden başka umursayan herkes canımı sıkıyor. Üstelik bunu ben onları
umursadığım için beni suçlu hissettirmeye çalışarak yapıyorlar.
Umursadığım herkese ağız dolusu
küfürler ediyorum.
Rafine zevklerim artık zevk vermiyor
bana. Yenisini edinmekte de zorlanıyorum. Haliyle rafine etmesi, kalabalık
zevkler dünyasından damıtılması yıllar sürüyor. Bu haliyle bakarsak, son
kullanma tarihi geçmiş alışkanlıklar, davranışlar ve tutumlar açısından boş bir
çöp kutusundan ibaretim. Üzerime çöpe atılan çöp kutularının şaşkınlığı
çöküyor.
Ovalara ihtiyacım var.
Zihnimin dizleri ağrımadan yürümesi
için dümdüz ovalara. Dağlardan, tepelerden, patikalardan, stabilize yollardan,
arnavut kaldırımlarından, asfaltlardan, rampalardan, virajlardan yorgun düşen
ruhumun ovalara, ovaların içinde olmaya, yeşilliklerin ve çiçeklerin içinde
dolaşmaya ihtiyacı var.
Çocukken dizlerinin kanamasını
gururla anlatan adamcıklara aptalsınız diyorum.
İçimizdeki karanlık gözümüze ışık
tutunca aydınlanmıyor. Düz mantığı keşfeden adamla bir anatomi dehası oturup
tartışmalılar bence. Ruhuma bari penceler açın diyorum, yola bakan cephe en
azından camla kaplansın diyorum, yetkililer gerekli koşulların sağlanamadığını
söylüyorlar, kat sınırı diyorlar, diyafram açıklığı diyorlar, küresel ısınma
diyorlar, ruhumun sınıra ermesine, açılmasına, ısınmasına izin vermiyorlar. Bir
de gidip iç mimarla konuşacağız, belki o boşlukların etkin kullanımına bir
çözüm bulur.
Son günlerde çoraplarımı aynı
giymiyorum. Aynı tipte iki farklı çorabın birer tekini geçiriyorum ayaklarıma.
Sola kırmızı şeritli, sağa kırmızı şeritli mesela. Bu, belki, benim ve
bilinçaltımın, bir başkaldırı şekli. Zaten büyük başkaldırılar ayak takımından çıkıyormuş,
ezilen ayaklar başa geçiyormuş, peşine balıklar baştan kokuyor, kokular tüm
şehri sarıyor, sarılar turuncuya, turuncular kırmızıya çalıyormuş. Kırmızıdan
sıkılan yeni ayaklar yeniden...
Yalnız kalmaya ihtiyacım var
biliyorum. Dünyanın en yalnız insanı dünyanın en korkak insanıdır.
Hayalkırıklıklarının ardına saklanan bir korkak. Hayalkırıklığım çok, benim
korkmaya ihtiyacım var.
Adamın bir çakıltaşlarından bir ev
yapmaya karar vermiş. Taşları tutturmak için o kadar çok tutkal kullanmış ki
sonunda tutkaldan bir ev olmuş. Güzel bir hayat inşaa etmeye çalışırken o kadar
çok kötülük kullanıyoruz ki...
Kıskanma hissini aşağılarken
yıllardır, insanları kıskandığımı fark ettim. İyi yazarları, sesi güzel
şarkıcıları, mutlu olanları, hayata geç kalmayanları, üniversite arkadaşımı,
içinden geldiği gibi yaşayanları, dışında mutluluk- içinde hüzün taşıyanları,
taşınanları, olduğu yerde çakılı kalanları, içi seni dışı beni yakanları, dünyadaki adaletsizliği kafaya takanları,
topluma kafaya takmayanları, kafayı merdiven boşluğundaki -anlamsız- alçak
duvara çarpmayalanları, kendilerini, düşlerini, hislerini, iyiliklerini,
pisliklerini ve tutkularını, tutkularına dahi tutkuyla bağlanmalarını
kıskanıyorum. Kendimize karşı dürüst olduğumuzda hiç bir şey değişmiyor. Dünya
dürüst olunca daha güzel bir yer olmuyor.
Bu günlerde çokça umutsuzluğa
kapıldım.
İyisi mi koşayım kendime bir umut
kahvesi yapayım.